tag:blogger.com,1999:blog-49816209086305939762024-03-13T14:39:24.560+03:00Biz Bize Benzerizmelishttp://www.blogger.com/profile/14980860115035959741noreply@blogger.comBlogger136125tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-55977881984741413772010-06-03T23:08:00.000+03:002010-06-03T23:08:04.332+03:00Yine... Yeni... YENİDEN=)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/TAgLlwDYTDI/AAAAAAAAAK0/2wFbJDOgZAg/s1600/merve+blog+ID+corpy.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" gu="true" src="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/TAgLlwDYTDI/AAAAAAAAAK0/2wFbJDOgZAg/s320/merve+blog+ID+corpy.jpg" /></a></div><br />
Evveetttt, bir süre kaybolmuş olabilirim; herkes bazen hayatında olan bitene ara vermek ister zaten... Bazen canı istemez, bazen sıkılır, bazen de değerini sonradan keşfeder... <br />
Şimdi ben yeniden bizbize benzeriz başlığı altında aslında ne kadar farklı olduğumuzu deşifre etmeye çalışacağım. <br />
Hepimizin geçici heveslerinden nasibini almış bir blog olsa da; yine de güzel bir blogu paylaştık. Bakalım bana kimler takılacak yeniden. <br />
Lafı çok uzatmayayım, bu bir başlangıç olsun; blogdaşlarım da arada bir hala blogumuzun varlığını yokluyorlarsa, onlara da hoş beş bir sürpriz olsun; arada hala yazan birileri varmış demek, derler=)d.Mervehttp://www.blogger.com/profile/03549255385164954270noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-59114261654694950092010-02-10T15:00:00.001+02:002010-02-10T15:00:06.717+02:00Süt aşkına efsane avcılığı<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/S2c0eJw815I/AAAAAAAAAEM/MYYPu7FbI0A/s1600-h/esen1.jpg"><img style="MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 80px; FLOAT: left; HEIGHT: 80px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5433369168067745682" border="0" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/S2c0eJw815I/AAAAAAAAAEM/MYYPu7FbI0A/s200/esen1.jpg" /></a> Uçan inekler bir tarafa dursun karşınızda gerçek bir –marketlerdeki reyon ismiyle- süt ve süt ürünleri aşığı duruyor. Öyle ki reklam filmi oynarken gözlerim doluyor. Durum böyle olunca beyaz ve tonlarındaki arkadaşlarımızın toplumumuzda uğradığı haksızlıkları dile getirmek de bana düşüyor.<br /><br />Efsane 1: Balıkla yoğurt yenmez, balıktan sonra süt içilmez. Peki arkadaşım yoğurtlu hertürlü mezeyi götürdün. Önden peynirini de yemiştin. Yanında belki de bol sütle hazırlanmış patates püresini de mideye indiriyorsun. İşin aslı bayat balığın zehirlenmeye neden olduğudur. Üstüne süt içmişsin, yanında yoğurt yemişsin, sonucu değiştirmez. <a name='more'></a><br /><br />Efsane 2: Yoğurtlu yemeğin yanında ayran içilmez. Günümüzde pek çok yoğurtlu yemek ve kebabın lezzetinin -yanında kola içilmesi suretiyle- bozulmasının provakatörü bu zihniyettir. Son yıllarda şalgam, şıra gibi alternatifler yaygınlaşsa da kardeşi kardeşe kırdırmamak, ayranı yoğurtla birbirine düşürmemek gerekir.<br /><br />Kahvaltıda süt içilmesinin çocuklara yakıştırılması gibi mahalle baskılarını, salata artmasın diye sofraya yoğurt getirilmemesini, süt tozu denen uyduruk materyalden sütlü kahve yapıldığını düşünürsek liste uzayıp gidiyor. Ben ve benim gibi süt aşkıyla dolu insanlara da beyaz dostlarımızı her platformda savunmak düşüyor.Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-14134794049464457812010-02-09T15:36:00.002+02:002010-02-09T15:40:03.770+02:00Nayır Nolamaz !<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S3FkmMiDY8I/AAAAAAAAAKs/bWSE-nfE1wQ/s1600-h/sercndern+blog.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" kt="true" src="http://3.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S3FkmMiDY8I/AAAAAAAAAKs/bWSE-nfE1wQ/s320/sercndern+blog.jpg" /></a></div>Yeni başladığım işimin henüz ilk günlerinde aldığım bir proje için internetten reklam örnekleri karıştırırken her 3 Google kullanıcısından 1’i gibi yine karıştırmam gereken şeylerin dışına çıktım ve BBC Programcısı Jessica Williams’ın yazdığı bir kitapla karşılaştım. Kitap, dünyanın röntgeni çekildikten sonra, ortaya çıkan ve değişmesi gereken sonuçlardan ibaret. 50 gerçek” olarak adlandırılan aykırılıklar, yanlışlıklar veya sorumsuzluklar, ilk bakışta birbiriyle ilintili gibi gözükmese de her biri, dünyanın çivisinin üzerine bir balyoz gibi iniyor.<br />
<br />
<br />
Ozon delindi, küre ısındı, dünyayı su basacak. Marduk gelip çarpacak. Bülent Ersoy hamile kalacak. Tay-yeap Beyaz Saray’ a, taşınacak şeklinde farklı senaryolar kulaklara çalınsa da, içten içe dünya bir yok oluşa doğru gitmekte. Biz kendi vahdaniyetimiz uğruna fırdönerken, gelin bir de dünyayanın nasıl döndüğüne bakalım. Işte dünyayadan size birkaç gerçek...<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
· Bir Japon kadını ortalama 84 yıl, bir Botswanalı kadın sadece 39 yıl yaşıyor.<br />
· Çin’de 44 milyon kadın kayıp.<br />
· Brezilya’daki Avon kadınlarının sayısı, asker sayısından fazla.<br />
· 2002’de idamların yüzde 81’i ABD, Çin ve İran’da gerçekleşti.<br />
· İngiliz süpermarketleri, müşterileri hakkında hükümetten daha fazla bilgiye sahip.<br />
· AB’deki her inek için verilen günlük 2.50 dolarlık sübvansiyon, Afrika’nın yüzde 75’inin günlük geçiminden daha fazla.<br />
· Rusya’da yılda 12 binin üzerinde kadın aile içi şiddet sonucunda hayatını kaybediyor.<br />
· Kara mayınları nedeniyle saatte bir insan ölüyor ve sakat kalıyor.<br />
· Dünyanın en çok kazanan sporcusu golfçu Tiger Woods, yılda 78 milyon dolar, yani saniyede 148 dolar kazanıyor.<br />
· Washington’daki lobi endüstrisinde 67 bin kişi, her seçilmiş kongre üyesi için 125 kişi çalışıyor.<br />
· Motorlu araçlar dakikada 2 insanı öldürüyor.<br />
· Mc Donalds’ın altın kemerini tanıyanların sayısı, Hıristiyan tacını tanıyanlardan fazla.<br />
· Dünyadaki yasadışı uyuşturucu pazarı 400 milyar dolar.<br />
· Amerikalılar’ın üçte biri, uzaylıların geldiğine inanıyor.<br />
· Her gün dünya nüfusunun yedide biri, yani 800 milyon insan aç kalıyor.<br />
· Petrol rezervleri 2040’da tükenebilir.<br />
· Dünya nüfusunun yüzde 70’i, bugüne dek hiç çevir sesi duymadı.<br />
· Afrika’da 30 milyon kişi AIDS.<br />
· Her yıl 10 dil ölüyor.<br />
· İntiharla ölenlerin sayısı, çatışmalarda ölenlerden fazla.<br />
· Dünyada en az 300 bin düşünce suçlusu var.<br />
· Silahlı çatışmalarda 300 bin çocuk asker savaşıyor.<br />
· Dünyada 27 milyon köle var.<br />
· Amerikalılar çöpe saatte 2.5 milyon plastik şişe atıyor, yani her üç haftada bir Ay’a ulaşmaya yetecek uzunlukta şişe birikiyor.<br />
· Sıradan bir İngiliz, günde yaklaşık 300 defa kameraya yakalanıyor.<br />
· Her yıl 120 bin kadın veya genç kız, Batı Avrupa’ya satılıyor.<br />
· Yeni Zelanda’dan İngiltere’ye uçakla getirilen bir tane kivi, atmosfere kendi ağırlığının 5 katı sera gazı salıyor.<br />
· ABD’nin, BM’ye 1 milyar dolardan fazla borcu var.SeRCaNhttp://www.blogger.com/profile/02630403151487803855noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-79781104370769440802010-02-01T09:00:00.001+02:002011-02-07T00:38:18.738+02:00İstanbul aşkına..<div><a href="http://3.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S2Vtrq45LwI/AAAAAAAAADs/aDMhCw9Ivlc/s1600-h/seyla_blog_profil.jpg"><img alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5432869122507091714" src="http://3.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S2Vtrq45LwI/AAAAAAAAADs/aDMhCw9Ivlc/s400/seyla_blog_profil.jpg" style="float: left; height: 80px; margin: 0px 10px 10px 0px; width: 80px;" border="0" /></a> Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan eve gitmek için servis aracına binmiş, elimde kitabım uyuyakalmışken birinin koluma hafifçe dokunduğunu hissettim. Uyku sersemi gözlerimi açtığımda gitgide netleşen vizyonumda hemen hemen benim yaşlarımda, kabarık (hatta “bonus” diye nitelendirilen) saçlı, hippi giyimli bir çocuk vardı, gülümseyen utangaç bir tavırla valizimi çekmemi rica ediyordu. Görünen o ki kocaman serviste yanım dışında boş yer kalmamıştı. Önümüze oturan anne ve babasıyla hararetli İspanyolca konuşmalara dalmasından anladım ki seyahatlerinin heyecan dolu ilk günündeydiler.<br /><br /><a name='more'></a><br /><br />Tanıdık kelimeler yakaladığım konuşmalarına müdahil olmam çok zaman almadı. Zaten otellerine nasıl gideceklerini tartıştıklarından Cankurtaran’a gidiş yolunu tarif etmekle başladım işe, 5 dakika içinde adımı, mesleğimi, çalışma ve eğitim durumumu öğrenmiş, “Türk kızı” profili hakkında ilk verilerini toplamışlardı bile! Sıcak insanlar Akdenizliler.. Ben de sebebi ziyaretlerini merak ettim, Türkiye’yi neden tercih ettiler, nereyi görmek istiyorlar en çok.. vs. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olarak ilan edildiğinden beri akıllarına düşmüş, özellikle Tarihi Yarımada’yı adım adım gezmek istiyorlarmış.. Vapurlarının arkasından el sallarken aklımda bu proje hakkındaki önyargılarım ve belki de projeyi azımsamış olduğum vardı. <br /><div><br /><br /><br /><br /><div><br /></div><img alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5430805632781188482" src="http://4.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S14Y8woc_YI/AAAAAAAAADk/FMcffHzQBqs/s400/gp_512082.jpg" style="display: block; height: 109px; margin: 0px auto 10px; text-align: center; width: 400px;" border="0" /><br />Aslında bir “Avrupa Kültür Başkenti” furyasıdır gidiyor.. Birbirinden güzel grafiklere sahip afişlerle, konuyu çeşitli şekillerde ele alan haberlerle, ve hatta kutlamaların yapıldığı gün ana sayfasını değiştiren google ile bundan haberdar olmamak imkansız. İnsanda ister istemez merak uyandırıyor, nedir Avrupa Kültür Başkenti, ve bizi ilgilendiren kısmı, ne işe yarar?<br /><br />İsminin insana çağrıştırdıkları: Hem Avrupa’da olacak, hem Kültürel ve Tarihi bir yapısı olacak, hem de başkent olacak. Ufak bir araştırmayla bu analizimin üçte birinin doğru olduğunu öğrendim; Avrupa Birliği’ne dahil olmayan ülkeler de seçilebiliyormuş, ve başkent olmasına gerek yokmuş. Ne mutlu bize. Demek güzeller güzeli İstanbul’umuz Roma gibi, Paris gibi hakettiği statüye kavuşacak, prestijini ikiye katlayacak izlenimi uyandırdı bende. Bunda da yanılmışım meğer! Bir kere, bu ünvanı alan tek kent İstanbul değilmiş, Macaristan’ın Peç, Almanya’nın da Essen kentiyle beraber paylaşacakmış bu ünvanı. Hem Macaristan’a, hem de Almanya’ya gittim, iki kentin de niteliklerini az çok biliyorum. İkisi de çok şirin yerler, kendilerine göre bir tarihleri ve kültürleri var tabii ki, fakat İstanbul bir denizse Essen ve Peç göl olabilir ancak. İstanbul’la aynı kulvarda mı? Kesinlikle hayır..<br /><br />Kulvarını bir kenara bırakırsak, bu proje İstanbul’a ne kazandıracak? Resmi sitesinde yazan bilgilere göre yorumlarsak, projenin İstanbul’a katkıları şu şekilde:<br />- İstanbul, 2006 yılından itibaren kültür ve sanat gezilerinin merkezine konulacak, turistlerin konaklama süresi uzatılacak<br />- Sanatsal anlamda projeler kanalıyla uluslar arası bir iletişim sağlanacak, hem Türk sanatçılar yurtdışına tanıtılacak, hem de yabancı sanatçılar Türk kültürü hakkında bilgi edinecek<br />- Bu projeye altyapı oluşturması açısından kentsel dönüşüm projelerine ağırlık verilecek, müze ve sanat merkezi yapılarının sayısı artırılacak.<br /><br />Bu hedeflerden bazılarının bir şekilde gerçekleştiğini canlı olarak görmek bu fikrin çok da ütopik olmadığını gösteriyor ve sevindiriyor beni. Tarkan’la coşkuyla kutladığımız proje hakkındaki şevkimizi Essen veya Peç söndürebilir mi? Aslaaaa.. Önyargılarımızı kırıp optimist İstanbul aşığı tavrıyla projeyi desteklemek daha yapıcı olacak gibi görünüyor şu aşamada.. </div></div>Seylahttp://www.blogger.com/profile/11581768142225187652noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-38591855063754600792010-01-25T09:30:00.003+02:002010-01-25T09:30:00.899+02:00Yeni bir gün III - Bahadır Çambel'in ölümü üzerine<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://4.bp.blogspot.com/_AvINQl9TZk4/S1uPZYmRnHI/AAAAAAAAAE8/EgWKdroyd9E/s1600-h/bahadir_blog+foto.jpg"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer; width: 80px; height: 80px;" src="http://4.bp.blogspot.com/_AvINQl9TZk4/S1uPZYmRnHI/AAAAAAAAAE8/EgWKdroyd9E/s400/bahadir_blog+foto.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5430091441987755122" border="0"></a>Hayati boyunca insani değerlere ve insanlara çok önem verdi. İnsanlarin içlerinde yer alan iyiliği hep bulmak icin uğraştı.<br />
<br />
Hayatı boyunca bir sürü hata yaptı, ama yaptığı hatalarını da kabul etmeyi bildi ve onları düzeltmek için elinden gelen bütün çabayı ortaya koydu.<br />
<br />
Karar verirken yüreğinin sesini dinlemeyi tercih etti, çünkü biliyordu ki yüreğinin sesini dinlemediği sürece kendine ihanet edecekti. <a name='more'></a><br />
<br />
Öldüğü güne kadar hayatında bir sürü acı yaşadı, fakat bütün bu acıların bu hayat yolculuğunda bir öğretmen olduğunu biliyordu.<br />
<br />
Paranın mutluluk getirmediğini, ama hayatında vazgeçilmez bir parçası olduğunu, hayatına bir çok konuda katkıda bulunup, hayattan daha fazla zevk almak için kullandı.<br />
<br />
Kazandığı paraların toprağa gömülmeyeceğinin, fakat arkasından gelen soyunun devam ettirmekte ve yeryüzünde yaşayan insanlara katkıda bulunmak için ev, okul, hastahane, yaşlılar için bakım yurdu ve kimsesiz çocuklara ev sağlanması için kullamaya çalıştı.<br />
<br />
Duygularını açıkça ifade etmeyi öğrendi ve insanlarla ileşimin her zaman açık ve net olmasına inandi. Tahmin etmektense dürüstçe sordu ve düşüncelerini paylaştı.<br />
<br />
Yaşadığı dünyaya bağlandı ve doğayı her zaman hayatının bir parçası haline getirdi, bedenine iyi baktı.<br />
<br />
Bahadir Cambel , sevgiyle doğdu , onu sevenler ile birlikte yaşadı ve dün aramızdan 92 yaşında sevgiyle ayrıldı. Onu sevenler bu ayrılıktan çok üzgün.<br />
<br />
Ben geçmişten bugüne doğru yaşamıyorum, ben öldüğüm günden geriye doğru gelerek hayatımı yaşıyorum. Daha bu hayatta yapılacak çok işim, seveceğim çok insan var ama şunu iyi biliyorum, yarın yeni bir gün başlayacak ve bugünü dünya üzerinde tamamlayamayıp gözlerini hayata kapatacak bir sürü insan olacak, belki de bu insanlardan bir tanesi ben olacağım.<br />
<br />
Ya bugün hayatımda yaşayacağım son gün ise, neleri yapmadığıma pişman olacağım ?Bahadir Cambelhttp://www.blogger.com/profile/06294512941127527166noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-79140577544173672122010-01-24T10:00:00.000+02:002010-01-24T10:00:03.408+02:00EVDE OFİS<a href="http://3.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/S1nSSkFJkxI/AAAAAAAAAFI/HWXBTUnAZ18/s1600-h/MRF2SE~1.JPG"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5429602042136597266" src="http://3.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/S1nSSkFJkxI/AAAAAAAAAFI/HWXBTUnAZ18/s200/MRF2SE~1.JPG" style="cursor: hand; float: left; height: 84px; margin: 0px 10px 10px 0px; width: 80px;" /></a>İş hayatının en sevimsiz özellikleri ne sizin için? 9-6 mesai saatleri mi, her sabah-akşam çekilmek zorunda kalınan korkunç trafik mi, yoksa öğle molasını beklerken geçmeyen dakikalar mı? Gelişen teknolojiyle, bu sıkıntılar zamanla son bulacak gibi gözüküyor. Eğer sizin de işlerinizi halledebilmeniz için internet bağlantılı bir bilgisayar ve cep telefonu yeterliyse, haydi taşıyın ofisinizi evinize... <br />
Dünyada birçok meslek grubu artık işlerini evden yürütebiliyor. Türkiye bu konuda biraz daha temkinli yaklaşsa da, bazı sektörler ofislerini evlerine taşımaya başladı bile. Reklamcılar, gazeteciler, internetle ilgili iş yapanlar bu akımın öncüleri diyebiliriz. Peki bu ev-ofis uygulamasını bu kadar cazip kılan ne?<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
<a href="http://3.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/S1nS09689qI/AAAAAAAAAFQ/EY13LtPselY/s1600-h/homeoffice1.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5429602633188701858" src="http://3.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/S1nS09689qI/AAAAAAAAAFQ/EY13LtPselY/s200/homeoffice1.jpg" style="cursor: hand; float: right; height: 135px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 200px;" /></a>Herşeyden önce artık sabah 9, akşam 6 mesaisi ortadan kalkıyor. İstediğiniz saatte uyanıp, istediğiniz saatte iş başı yapabiliyorsunuz. Öğle molasını da beklemek zorunda değilsiniz artık. Karnınız mı acıktı? Mutfak bir iki adım ötenizde. Çalışma saatlerinizi keyfinize göre ayarlıyorsunuz kısacası. Gece geç mi yattınız? Sıkıntı yok, çünkü gözleri saatte sizi bekleyen patronu içinde barındıran bir ofis yok. Sabah ve akşam günde iki kere ev-iş arası katedilen onlarca kilometreye, boğucu trafiğe, “Ay geç kaldım!” stresine, “Daha eve gidip yemek pişireceğim!” gerginliğine de son... Evde ofis uygulamasıyla, resmi kıyafetlere, kravatlara, yüksek topuklara da elveda diyebilirsiniz. Üzerinizde pijamanız, ayağınızda pofuduk terlikleriniz... Çalışma hayatı hiç bu kadar cazip olmamıştı! <br />
<br />
<a href="http://2.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/S1nS_63LWaI/AAAAAAAAAFY/C-ykIu5oy5M/s1600-h/homeoffice2.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5429602821346122146" src="http://2.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/S1nS_63LWaI/AAAAAAAAAFY/C-ykIu5oy5M/s200/homeoffice2.jpg" style="cursor: hand; float: left; height: 133px; margin: 0px 10px 10px 0px; width: 200px;" /></a>Bu saydıklarımın hepsi güzel hoş da, insanın kafasına birkaç soru işareti takılıyor. Tüm bu koşullar altında insan çalışabilir mi? Mağlumunuz, azıcık tembel, uykuyu seven ve işten kaçmaya meyilli bir milletiz. İşlerini yumurta kapıya dayanınca halletmeye alışmış Türk insanının başında “Hadi!” diyen bir otorite olmayınca verimliliği düşer mi? Bir tarafta yatağınız, bir tarafta buzdolabınız, diğer tarafta ise size göz kırpan televizyonunuz olunca, işe konsantrasyonunuzu vermek oldukça güç olsa gerek. Tüm bunların yanında, iş yeri ve ev kavramlarının birbirine karışması, bulunduğunuz ortamın ne tam anlamıyla bir ev ne de ofis olması, yanınızda sıkıldığınızda laf atabileceğiniz veya kahve falına bakabileceğiniz bir ofis arkadaşınızın olmaması ve eve iş getirme durumunun ev ofis uygulamasında ayrı bir anlam kazanması kafaya takılan diğer durumlar. <br />
<br />
Eğer siz de benim gibi konsantrasyon güçlüğü yaşayan, uykuyu seven ve işten kaytarmaya meyilli bir bünyeye sahipseniz, belki de ev-ofis ikilisini disiplinli insanlara bırakıp, bir süre daha ofislerimizde takılmak en iyisi...SéDhttp://www.blogger.com/profile/06124902374179474419noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-50109203424372928942010-01-23T11:00:00.005+02:002010-01-23T22:06:51.487+02:00Ayranı Yok İçmeye, Teknoloji Senin Neyine... bir karne sendromu<div align="left" class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S1jh4l3d-4I/AAAAAAAAAKU/z5Hkj3HJ0qw/s1600-h/merve+blog+ID+corpy.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S1jh4l3d-4I/AAAAAAAAAKU/z5Hkj3HJ0qw/s320/merve+blog+ID+corpy.jpg" /></a><br />
</div>Milletçe bayılıyoruz en son çıkan her şeyi, hayatımıza uygulamaya. Bize uysun uymasın, bir şekile seviyoruz yenilikleri, entegre ediyoruz, ettiğimiz zannediyoruz, aslında çoğu zaman da eğreti durduğunu farketsek de görmemezliğe geliyoruz. Minicik bir salonumuz olsa da pencerelerden büyük plazmalara, gecekondularda otursak da en son model spor arabalara,<br />
5 kuruş nakitimiz yokken ceplerimizde blackberryler i-phonelar taşımaya, doğru düzgün yemek masamız yokken ADSL bağlatmaya...vs. vs. bayılıyoruz. Ehh, bizim milletçe ekmeğimiz yok ama pastamız çok. <br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Hayatımıza kolaylık sağlayan teknolojilerin ise gündelik yaşama entegre edilmesi, alt yapı yoksa bazen kaş yaparken göz çıkartmaya benziyor.En son kendi üniversitemin otomasyon sistemlerine laf ediyordum. Evet, niyet iyi; maksat işleri kolaylaştırmak, hocalara sıkıntı yaşatmadan bir şekilde otomatik olarak kayıt kaosunu, okula gelmeleri engellemek...vs. vs. Buraya kadar güzelce düşünülmüş bu sistem ama ne yazık ki 8 kez kayıt için sisteme giriş yaptım 8inde de sıkıntı, heyecan ve git gide daha da büyüyen problemler yaşadım. Tabi ki de sistemin güzelliğinden. Artık kim yapmışsa bu otomasyon sistemini, bizim üniversitenin bilgisayar bölümü öğrencilerinin bilgi kapasitesinden daha yüksek kalitede yapamamış; öyle ki her kayıt günü, pazartesi saat sabah 09.00'da açılması beklenen sistem, bizim dahi mühendis adaylarımız tarafından aynı günün gecesi, saat 00.00'dan 09.00'a kadar olan 9 saatlik sürecin her hangi bir bölümünde kırılmaya mahkum kalmıştır. İşte o gece 'uyursan ölürsün!' Binbir güçlükle oluşturduğun ders programındaki 3-4 dersin en gözde grupları anında<br />
dolar, çünkü herkese o uyar. Sana da zorunlu dahi olsa, başka bir dersinle çakışan ya da en kıl hocanın verdiği grup kalır. Direnirsin, seçmezsin hatta uymadığı için zaten seçemez; okulda gururunu parçalata parçalata, yalvarır yakarır alırsın o dersi. Ama hayatı 'kolaylaştıran' sistemin de hiç bir işe yaramadığına hayıflanıp üzülürsün. Gelecek dönem de uyumamaya and içersin. Böyle geçti kayıt günlerim; zaten mimarlık bölümünün kendine has uykusuz gecelerini yaşarken bir de kayıt için uyumamak hakikaten üzücü. Yoksa kalifiye yazılımcınız, girişmeyin böyle işlere canım...<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S1jk11nj_wI/AAAAAAAAAKc/NluGL2YQSFQ/s1600-h/sanal-karne.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://1.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S1jk11nj_wI/AAAAAAAAAKc/NluGL2YQSFQ/s200/sanal-karne.jpg" /></a><br />
</div>Şimdi, yine bir dönem sonu geliyor. İlköğretim ve lise öğrencilerinin, o tadından yenmez 2 haftalık mükemmel yarı yıl tatili dönemi... Ve bu tatilin sertifikası da karneler. Yalnız bu sefer karnelerin durumu biraz kritikmiş; yaklaşık 15 milyon öğrencinin notlarının girildiği, e- okul sistemi çökmüş. Tam da karne gününden önce böyle bir durumun olması; okulların %80inde karnelerin gününde verilememesi ve verilecek olanlarda da Takdir- Teşekkür belgelerinin eksikliğiyle sonuçlanacakmış. Böyle bir belge bekleyen öğrenci karneyi ne yapsın tabii! Yine de karnelerin verilemeyecek olması, düşük not bekleyen öğrenciler için fazlasıyla sevinçli bir haber. Ama er ya da geç o karne alınacak, notlar ne yazık ki gün ışığına çıkacak=) Bir de, karnesiz bir yarı yıl tatilini hakikaten tatsız tuzsuz olmaz mı. Nerde o eski karne günleri... Hem karne hediyesi olarak beklenenler, gidilecek sinemalar, ödüller...Bizim zamanımızda elle girilirdi notlar; ey gidi ey. Şimdi bu çocuklar o heyecandan da yoksunlar=) Nitekim pek çok öğretmen geç saatlere kadar, karneleri verebilmek için de mesai yapacakmış. Evet gerçekten de e-okul sistemi çok kolaylık sağlamış doğrusu. (!) Ama bu çöküş, çok da şaşırtıcı değil bizim ülkemiz için, eee ayranımız yok içmeye ama...d.Mervehttp://www.blogger.com/profile/03549255385164954270noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-2342905807940267292010-01-22T09:00:00.001+02:002010-01-22T13:11:04.791+02:00Masal<a style="MARGIN-BOTTOM: 1em; FLOAT: left; CLEAR: left; MARGIN-RIGHT: 1em" href="http://2.bp.blogspot.com/_r1CSqQlpOKM/Sy7me7pKpCI/AAAAAAAAAEY/txuQSmcCbkw/s1600-h/feyza_blog+foto.JPG" imageanchor="1"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_r1CSqQlpOKM/Sy7me7pKpCI/AAAAAAAAAEY/txuQSmcCbkw/s320/feyza_blog+foto.JPG" /></a> <a style="TEXT-ALIGN: left;font-family:Verdana,sans-serif;" ><span style="font-size:small;">...Yanındaki arkadaşı kulağına doğru eğilip masadakilerin duyamayacağı ama benim tüm harflerini seçtiğim "Daha o zamanda değiliz. Anlamazlar seni." dedi.</span><br /></a><a style="TEXT-ALIGN: left;font-family:Verdana,sans-serif;" ><span style="font-size:small;">Karşımde deniz... Koşmaya başlıyorum deli gibi denize doğru. İçimde bir ses "Atla!" diyor. Sanki o hızla atlarsam gidebileceğimi hissediyorum bu bilmediğim zamandan. Koşuyorum, koşuyorum... <a name='more'></a>Tam atlayacakken aniden durup başımı iki elimin arasına alıyorum. Çıkmam lazım, geri dönmeliyim diye tekrarlayıp duruyorum. Sonra sonra bu histeri krizi bitince "Konsantre ol." diyorum kendime. "O zaman yaparsın." Kalbim koşmanın da etkisiyle çılgınca atıyor. Gözlerim kararıyor. İçinde bulunduğum bu eskiyle karışık yeni dünya, etrafımda tüm hızıyla dönüyor ta ki yok olup gecenin karanlığında bir yerlerde, evrenin hangi köşesine ve hangi zaman dilimine denk geldiğini bilemediğim ama benim izleyicisi olduğum zamana yeniden düşünceye kadar.</span><br /></a><a style="TEXT-ALIGN: left;font-family:Verdana,sans-serif;" ><span style="font-size:small;">İşte insan bu... Sadece Ben'den var olan bir yaratık. Her şey sadece onunla ilgili. Kendi arzuları, ihtirasları önemli onun için. Kendi zamanı, kendi mekanı. Başka bir şeyi hayal edemeyen. Tıpkı yarış atları gibi... Hani aslında atlar çok geniş açıyı görür ama dikkatleri dağılmasın diye at gözlükleri takılır ya... Ve böylece uzak izdüşümleri haricinde hiç bir şeyi göremeden çılgınca hedefe doğru koşarlar.</span><br /></a><a style="TEXT-ALIGN: left" face="Verdana,sans-serif"><br /></a><a style="TEXT-ALIGN: left" face="Verdana,sans-serif"></a><a style="MARGIN-BOTTOM: 1em; FLOAT: left; CLEAR: left; MARGIN-RIGHT: 1em" href="http://img102.imageshack.us/img102/255/31543295ye2.jpg" imageanchor="1"><img border="0" src="http://img102.imageshack.us/img102/255/31543295ye2.jpg" width="245" height="320" /></a><span style="font-size:small;">Öyle insanda... Dümdüz önünde olan ve onun gibi olan her şeyden uzak. Oysa evrende bambaşka şeyler olabilir. Onun gibi binlerce hayat, sonsuz zaman dilimi ve hayal bile edemeyeceği yaşamlar sürebilir aynı zamanda. </span><br /><a style="TEXT-ALIGN: left" face="Verdana,sans-serif"><br /></a><a style="TEXT-ALIGN: left; FONT-FAMILY: Verdana,sans-serif"><span style="font-size:small;">Adem de cennetten öyle kovulmuş bence. Sadece ben dediği, kendisinden başka kendi arzusundan başka hiç bir şeyi önemsemediği için. Çok seviliyormuş bence. Bu kadar anlatılamaz, bağışlayıcı ve karşılığı bizde bulunmayan... </span><br /></a><a style="TEXT-ALIGN: left; FONT-FAMILY: Verdana,sans-serif"><br /></a><a style="TEXT-ALIGN: left"><span style="font-size:small;"><span style="font-family:Verdana,sans-serif;">İşte o Ben yüzünden o kadar zaman sonra hala bizden olana bile doğru ifade edemiyoruz sevgimizi... </span></span></a>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-43800147789302889692010-01-21T13:57:00.001+02:002010-01-21T13:58:00.111+02:00Arabanın camını patlattırmamak için...<a href="http://2.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/S1N0KuSC2SI/AAAAAAAAAD8/6jiMtO_fBio/s1600-h/esen1.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427809703482808610" src="http://2.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/S1N0KuSC2SI/AAAAAAAAAD8/6jiMtO_fBio/s200/esen1.jpg" style="cursor: hand; float: left; height: 80px; margin: 0px 10px 10px 0px; width: 80px;" /></a>Evet, arabamın camını patlattılar ve ben bu olayı çeşitli yönleriyle size aktarmak istiyorum. Arabada görünür biçimde laptop vs. bırakılmaması gibi bir şehir kanunu vardır biliyorsunuz. Cuma günü işten çıkan ve haftasonu çalışırım gibi işgüzar bir tavırla bilgisayarını yanına alan bendeniz İzmir Bostanlı’da yemek yerken bu kuralı ihlal ettim.<br />
<br />
Ne yapmamalı?<br />
-Arabanın ön-arka koltuğunda eşya bırakmamalı. Eşyanız değersiz, arabayı bıraktığınız yer çok işlek bir yer dahi olsa. <br />
-Park ettikten sonra eşyalarınızı alıp bagaja kaldırmanız da uygun değil, çünkü izleniyor olabilirsiniz.<br />
-Söz konusu bir laptop ise kafede açıp kullanıp sonra getirip arabaya koyup oradan ayrılmak, hırsızlığa davetiye çıkarmakla eş değer. <a name='more'></a><br />
<br />
Ne yapmalı?<br />
-İlla ki değerli eşya arabada bulundurulacaksa, park öncesinde (bir önceki noktadan çıkarken) eşya bagaja kaldırılmalı.<br />
-Teyp meyp mümkünse üstünde bırakılmamalı.<br />
-Olay gerçekleşmişse polis çağırıp tutanak tutturmalı. Belli mi olur, belki bulunur.<br />
<br />
Arabanızın tam karşısında duran kokoreççiyi bilinmeyen bir numaradan arayıp sipariş vermeye ve oradan uzaklaştırıp eylemi gerçekleştirmeye kafa yoran bu arkadaşlardan korunmanın yolu yok, ancak bu durumları yaşama olasılığımızı azaltabiliriz sanırım.Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-60653478155317612842010-01-20T08:30:00.001+02:002010-01-20T08:32:13.730+02:00İlk Bakışta Aşk- Efsane mi, Gerçek mi?<div><a href="http://1.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S1NgjrhVzUI/AAAAAAAAADU/NcxBY7mH3DY/s1600-h/seyla_blog_profil.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427788142005833026" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 80px; CURSOR: hand; HEIGHT: 80px" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S1NgjrhVzUI/AAAAAAAAADU/NcxBY7mH3DY/s320/seyla_blog_profil.jpg" border="0" /></a> Google'da tamamen alakasız bir araştırma içindeyken kendimi amaçsızca bambaşka sayfalarda bambaşka şeyler okurken buluyorum bazen. Son 1 haftadır tüm vaktimi ders çalışmakla geçirmezsem vicdanen rahat olamadığım için gazete okumaya vakit ayıramamaktan, medyayla veya magazinle bağımı koparmaktan ileri geliyor olsa gerek, ders dışında ne varsa acayip ilgimi çekiyor şu sıralar. Bunun içindir ki Archives of Sexual Behaviour tarafından yapılan bir araştırma ilginç geldi ve gülümsetti beni; yıldırım aşkı denen şey gerçekten varmış ve alt süre sınırı da 8.2 saniyeymiş!<br />
<div><br />
<div></div><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5427787388223758834" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 320px; CURSOR: hand; HEIGHT: 211px; TEXT-ALIGN: center" alt="" src="http://1.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S1Nf3zdsIfI/AAAAAAAAADM/3tKGpOf_8D0/s320/ask-bakisan-cift-bosbos_hmedium.jpg" border="0" /> <a name='more'></a><br />
Şimdi bu bilim adamları şöyle bir deney yapmışlar: bir okula gizli kamera yerleştirip 115 öğrenci üzerinde gözlem yapmışlar. Aktör ve aktrisler salmışlar bu zavallı öğrencilerin arasına, onlarla konuşurken mimikleri ve göz hareketleri takip edilmiş. Öğrencilerin çilesi burada da bitmemiş, konuştukları kişilerin çekicilikleri konusunda not vermeleri istenmiş. Gözlemler ve not ortalamaları değerlendirildiğinde görülmüş ki, erkekler, beğendikleri aktrislerin gözlerine ortalama 8.2 saniye bakmışlar. Düşük not verdikleri aktrisleri kesme süreleri ise 4.5 saniyeyi geçmemiş. Kızlarda ise durum farklı; göz kontağı süresini aktörü beğenseler de beğenmeseler de uzun tutmamışlar!<br />
<br />
<br />
<div><br />
Yani şöyle bir sonuca varılmış, eğer erkek sizinle 8.2 saniyeden fazla göz kontağı kurduysa aşık oldu demektir! Eğer bu sürenin altındaysa, eh, pek şansınız yok. Burada bana ilginç gelen şey, aşkın sadece fiziksel bir beğeniyle, belki arzuyla bir tutulması. Mojo'da eğlenirken yarım saat boyunca sizi kesen adamın o yarım saat sonunda gelip evlenme teklif etmesi gerek o zaman! Veya tam tersi, deliler gibi aşık olduğu kıza kafasını kaldırıp bakamayan utangaç erkekler tanıyorum. Bu araştırmadan çıkacak tek sonuç, erkeklerin beğendikleri kıza bakmaktan çekinmedikleri, kızların ise nazlı ve tedbirli doğaları gereği "cool" görünme çabaları!</div><br />
<div><br />
Bir de, 8 saniyede başlayan aşkın ne kadar zamanda bittiğini araştırsalar ya :)</div><br />
<br />
<br />
<div>Haber kaynağı:<br />
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=927931&Date=26.03.2009&CategoryID=79</div></div></div>Seylahttp://www.blogger.com/profile/11581768142225187652noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-41329219388705519552010-01-16T12:00:00.001+02:002010-01-21T13:56:30.252+02:00İş Kaynaklı Hastalıklar<div style="font-family: Verdana, sans-serif; text-align: justify;">Geçenlerde okuduğum bir yazıda geleceğin dünyasında insanların daha az hasta olacağını çünkü çalışma şartlarının değişeceğini(olumlu yönde) söylüyordu. Şöyle bir etrafıma baktğımda haklı olabileceklerini düşündüm. Alerjiler, migren, ürtiker, reflü gibi hastalıklar kendimde dahil, çevremde en sık rastladıklarım. Konuştuğumuzda doktorların sebep olarak sadece stresi gösterdikleri ortaya çıkan ilginç bir sonuç. Tabii bu herkes için geçerli olmayabilir ama çevresel faktörler özellikle psikoljik yapımızdaki bozulmalar vücudumuzda farklı tepkilere neden olabiliyor. Bu sebeple de iyi yönde değişecek olan bir iş yaşamı bu tip hastalıkların da görülmesini azaltabileceğini düşünebiliriz.<br />
</div><div style="font-family: Verdana, sans-serif; text-align: justify;"><br />
</div><div style="font-family: Verdana, sans-serif; text-align: justify;">Çok uzak zamanları beklemeden, ütopyalara kapılmadan bugünden neler yapabiliriz? Aşağıda ilk aklıma gelenleri sıralayacağım; <a name='more'></a><br />
</div><ol style="font-family: Verdana, sans-serif; text-align: justify;"><li>Her şeyi çok fazla önemsemeyebiliriz. </li>
<li>İşi sadece işte bırakabilmeyi öğrenebilirsek ne kadar harika olur.</li>
<li>Dünyayı kurtaran adam gerçek mi? Tek bir adam bunu başarabilir mi? O adam olmaya çabalamak mantıklı geliyor mu size?</li>
<li>Gerçekten o kadar vazgeçilmez misiniz? Bir gün işe gitmediğinizde, gidemediğinizde hiç bir iş yürümüyor mu? Yoksa siz pek çok bilgi ve sorumluluğu kimseye sormadan kendiniz de mi toplamışsınız?</li>
<li>O kadar çok para kazanmaya ihtiyacınız var mı? Kazandıklarınız sizi mutlu ediyor mu? Yoksa daha azıyla da yaşayabilir ve daha çok mutlu olabilir misiniz?</li>
<li>Egolarınızı törpülemenin hiç mi yolu yok?</li>
<li>Ekip çalışması denilen şey çok faydalı olabilir. İnanın en huysuz adam bile isterse bir ekibin parçası olabilir. Paylaşılan işler kolaylaşır.</li>
<li>Bizi var eden sadece işimiz değil. O sadece yaşamımızı sürdürmek için kullandığımız bir araç. Onun ya da oradaki herhangi birinin bizim efendimiz olmasına izin vermemeli.</li>
<li>Sevdiğiniz için mi şu an ki işinizi yapıyorsunuz? Yoksa mecbur olduğunuzu hissettiğiniz için mi? Gerçekte ne istiyorsunuz? Bunu gerçekleştirmek için sizi tutan ne? <br />
</li>
</ol><div style="font-family: Verdana, sans-serif; text-align: justify;">Siz ne dersiniz? Daha neler ekleyebiliriz? Beklemeye gerek var mı?<br />
</div>Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-42030695655135845402010-01-15T12:00:00.004+02:002010-01-15T14:20:23.922+02:00UYKU<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S1BdSk2nC_I/AAAAAAAAAKM/XSsdg2H7C1U/s1600-h/merve+blog+ID+corpy.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://4.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S1BdSk2nC_I/AAAAAAAAAKM/XSsdg2H7C1U/s320/merve+blog+ID+corpy.jpg" /></a></div>Şu bilgisayarın başından kalk artık da yat uyu, uykusuzluk ilerde başına neler açacak, bak sinirlerin yıpranıyor, hadi yat uyu yat uyu yat... Off, tamam yatıyorum! (diyerek lapotopu da masadan yatağa transfer etme hali)<br />
<br />
Her gün olmasa da, gün aşırı duyduğum repliklere karşılık yeterince uyumamış olmanın pişmanlığını her sabah ben çekiyorum zaten. Her uyandığımda da, eve döner dönmez uyuyacağım kesin diyerek açılmayan gözlerle atıyorum kendimi lavabonun önüne. Yıkıyorum yüzümü gözümü, artık çıkarırcasına suları çarpıyorum da çarpıyorum; gözler açılsa da uyku tuşu açılmamış tabii. Sonra gün akışı içinde bir yerlerde, birden uyku kaçmış, güne başlanmış olunuyor; er ya da geç. <br />
<br />
Ama bugün, öğlen saatine gelmişiz ve uyanalı 4 saat olmuş; yine de uyumak istiyorum. Üstelik 8 saate de yakın uyumuştum. Gerçi hava da soğuk, kim istemez yorganı kafaya çekip, başı yastığa gömmeyi? <a name='more'></a><br />
<br />
Biliyorum ki çoğu insan her sabah uyandığında, benimle aynı duyguları paylaşıyor; kimi bugün dersi asayım diyerek uykusuna devam ederken, kimi işe gitmeliyim modunda uykusuna o günlük veda ediyor ama çoğu insana uyku baldan tatlı geliyor. Hele ki mimarlık öğrencisi olduysanız hayatınızın en az 4 senelik bir bölümünde, o 4 sene 'uyku' bulunmaz hint kumaşından başka bir şey değildir sizin için. <br />
<br />
Bazılarına göreyse uyumak, çok uyumak (ki bu çok uyumak 8 saat gibi bir süreyi içeriyor) aptallık. Uyku konusu açılmışken aklıma geldi; bir ara ortamda muhabbet konusu olan 'Sadece Aptallar 8 Saat Uyur' adlı kitap. Arka kapağından alıntı yapalım;<br />
"aklı başında olan hiçbir insan, ömrünün üçte birini yastığa bağışlamaz. bu kitap, “erişkin bir insan günde en az 8 saat uyumalıdır.” palavrasını ve / veya önyargısını kırarak 8 saat uyumanın bir alışkanlıktan ibaret olduğunu öğretmektedir. 4 saat uyuyarak 8 saat uyumuş gibi zinde uyanmayı da anlatan kitap, bunun nasıl yapılabileceğini öğretmektedir. 60 yıl yaşadığı varsayılan sıradan bir insan, ömrünün 15 yılını çocuklukta, 15 yılını gıvır zıvır işlerde, 20 yılını da uykuda geçirmektedir ki bu hesapla geriye 10 yıl kalır. ancak bu aynı sıradan insan, 8 saat yerine 4 saat uyursa, ömrünün sadece 10 yılını uykuda geçirecek ve böylece 10 sene daha fazla yaşamış olacaktır. bunu başardığında ise sıradanlığı sona erecek ve sıra dışı başarılar elde edecektir; çünkü sıra dışı başarılar elde edenler tüm başarılarını bu ikinci 10 yıla borçludurlar. keops, da vinci, edison, newton, dostoyevski, armstrong gibi… <br />
.....aslında uyku sıkıcı bir konudur. çevrenizde biri uykudan bahsedince esnemenize engel olamazsınız çoğu zaman. ancak yazar bu konuyu roman formatında işleyerek öyle eğlenceli bir hale getirmiş ki; kitabı bitirmeden uyumak neredeyse imkansız gibi. e tabi kitabı bitirdikten sonra da…"<br />
<br />
Kitabın eğlencesinde değilim elbette; ancak zaten en başından 'aptal' lafıyla prim yapma çabaları, ben ve benim gibi 8 saat uyuyanlara böyle bir ithafta bulunma girişimi (ki 8 saat uyumak aptallıksa, dünyanın en aptal insanı kategorisine adayım' ve kişisel gelişim kitaplarının genel klişesi 'şunu şunu yaparsan, her şeyi aşar nirvanaya ulaşır, nirvana da sen olursun' vaadlerine inançsızlığım zaten kitaba karşı soğumama ve uykuya<br />
daha da bağlanmama neden oldu :P Sonuçta ne Da Vinci ne de Newton olma yolunda gidişatım var gibi durmuyor, bunun nedeni de uyumamsa, n'apalım kader...<br />
<br />
Yalnız, kitabı okumama rağmen de şuna bir açıklama getireyim; 4 saatlik uykunun yetebilmesi, bu konuya göre Çok Fazlı Uyku düzenine (ÇFU, kısaltınca da sevimli, çuf çuf gibi) alışmaya bağlı; yani tek ve kaliteli uykunuza veda edip (tek fazlı uyku), 4 saat aralıklarla 20şer dakikalık uyku düzenine geçmeniz; bu bağlamda da varsa toplantınız, sunumunuz, araba kullanmanızı gerektirecek durumlar, bunları da yok sayıp, 'benim uyku vaktim geldi' demeniz gerek. Ohooo... Yine de bu kadar kötülemeyeyim bu uykuyu çeşidini, yapılan (sınırlı) araştırmalara göre algı daha fazla açılıyormuş ve uyanıklık seviyesi normal uyku seviyesini düşürmüyormuş. Ama bana göre değil, hele ki vaktini zaten dolu dolu geçirmeyen, sabahlara kadar öğrenme yetisi açık olmayan insanlara göre hiç değil. Yine de, pek çok insan zaten günün normal saatlerini bile nasıl değerlendireceğini doğru düzgün bilemezken; extra kazanılacak 4-5 saatin kime ne faydası olabilir ki. Sorun uyku saatlerini çözmekten öte, vakti dolu dolu geçirebilmeyi disiplin haline getirmekte. Ondan sonra TFU'dan çuf çuf diye ÇFU'ya geçilebilir.<br />
<br />
ÇFU'ya karşılık bir başka argüman da şu olabilir; vücudumuzun bile çalışma düzeninin belirli saatlere göre programlandığı biliniyor. Akşam 11 ile gece 1 arası karaciğerin detoks süreci başlar mesela. Vücudun bu programı, gece 1 ile 3 arasında safranın, 3 ile 5 arasında ise akciğerin detoksu ile devam eder. Hatta 7 ile 9 arasında ince bağırsağın emilim işlemini gerçekleştirmesi, aslında uyanmamız ve kahvaltıya girişmemiz için bu saatlerin en uygun saatler olduğunun göstergesi. Yani 4 saat aralıklarla uyuyacağız diye vücudun programını bozmanın da alemi yok gibi.<br />
<br />
Az uykuyu savunan, miskinliğe karşı bu görüşlerin yanı sıra, uykumuza saygı duyan insanlar da mevcut. Ne zaman okuduğumu hatırlamasam da, Danimarka'nın, çalışanlarına uyku konusunda bir de kıyağı olmuştu. 'İşe geç gelebilirsiniz, uykumu alamıyorum diyorsanız; ancak mesai saatini aynı tutmak koşuluyla.' tarzında bir motivasyon durumu söz konusuydu.<br />
<br />
Uyku konusunda söylenebilecek çok fazla şey var muhakkak. Fizyolojimiz etkilediği gibi psikolojimizi de kim bilir ne derecede etkiliyor. Kalitesizliği sonucunda yaşam kalitemiz de dibe vuruyor. Ama şu bir gerçek, yatma vakti geldiğinde yatağın soğumuş haline girip, bir şekilde ısınmak için sağa sola dönerken uyuyakalıvermek; aslında tüm gün beklenen, çok huzurlu ve mutlu bir an, öyle değil mi?<br />
<br />
Son olarak, ne demiş Schopenhauer<br />
<br />
"kim ne derse desin, mutlu insanın en mutlu anı, uykuya daldığı andır ve mutsuz bir insanın en mutsuz anı, uykudan uyandığı andır. insan hayatı, bir tür hata olmalı."<br />
<br />
ps: bugün cuma=) herkese iyi uykulard.Mervehttp://www.blogger.com/profile/03549255385164954270noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-22162090221720347712010-01-14T23:05:00.002+02:002010-01-14T23:07:35.044+02:00Şaşırtan Bayan; SEDA SAYAN<div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://3.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S0-HAmILcYI/AAAAAAAAAKE/hKP3Vp_MeHo/s1600-h/sercndern+blog.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://3.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S0-HAmILcYI/AAAAAAAAAKE/hKP3Vp_MeHo/s320/sercndern+blog.jpg" /></a></div>Başlığı görünce şaşırdınız büyük ihtimalle, ne yazdı bu çocuk? Seda Sayan'dan blog yazısı mı olur dediniz belki ama oldu işte. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki Seda Sayan hayranı değilim. Hatta sanat camiasında bu hanımdan doğup, hüküm süren dobra sarışınlar akımına da karşı olduğumu önceki yazılarımdan hatırlarsınız. Bu yazımı reklam sektörüne fazlasıyla ilgi duyan, gelişmeleri takip eden biri olarak yazıyorum. Zira önce Pepsi'nin alıp, allayıp pullayıp reklamında oynattığı Seda Sayan'ı bu sefer de, 7 yıllık Ayşe Teyzesiy'le yollarını ayıran Lays patates cipsi markası kullandı. Durum böyle olunca, bende merak ettim. Neden bu dünya markalarının Seda Sayandaki ısrarı? Birkaç birşey buldum ve paylaşmak istedim.<a name='more'></a><br />
İlk önce Pepsi reklamlarında gördük kendisini. Yurdum sonradan parayı bulmuş sosyetik sarışını şeklinde Pepsi yaşatır seni diyerek, eline aldı bir davul, çıktı meydanlara. Hop oturup hop kalktı eleştirmenler ama Seda Sayan öyle bir sonuç çıkardaki ortaya susturdu adeta hepsini. Şaşırtıcı olan şuydu: Pepsi, Seda Sayan'la olan reklam filmleri aracılığıyla daha önce hiç olmadığı kadar fazla ve farklı bir müşteri kitlesine ulaştı, karını artırdı. İletişim okuyan arkadaşlar bilirler. Reklamlarda ünlü kullanmanın markanın önüne geçeceği teorisi vardır. Pepsi gibi bir dünya devi bu teoriyi devirerek, bizim Seda Sayana el attı ve karını artırmayı başardı. Peki ama nasıl ve tekrar soruyorum neden Amerika 'da Shakira ve Beyonce da Türkiye'de Seda Sayan?<br />
Öncelikle ve belki de en önemlisi şu ki Seda Sayan'ın yapılan güvenilirlik anketlerinde yıllardır, üstüste Türkiye'nin en güvendiği isim olması. Türkiye'nin neden eğitimi ve vizyonu bu denli eksik olan bir kadına en çok güvendiği durumunun sosyolojik boyutları incelenmeli elbette ama ortada yadsınılamaz bir gerçek var ki o da Seda Sayan'ı dünya markalarının starı olmasına neden oldu. Sanatçısına her şart her koşulda babalar gibi sahip çıkmayı bilen Türk halkı, Seda Sayan'a önce çok güvendi. Sonra fazlasıyla destekledi ve onu bu başarıya ulaştırdı.<br />
Bir diğer neden Seda Sayan sorusunun cevabını ise küreselleşen dünyada, firmaları pazarlama stratejilerinde başarıya ulaştırabilecek bir yaklaşımla verebilirim: Küresel düşün yerel hareket et. Pepsi dünya devi bir marka olarak böyle davranmış, küresel bazda yaptığı üretimi yerel şartlarda, tüketiciyi can evinden vurabilecek bir sanatçıyla tanıtmış, yerel bazda sanki Türk kadınının portresini Seda Sayan çizebiliyormuşçasına, O' nu tercih etmiş.<br />
İşte yeni bir nedeni daha ki belki de en önemlisini ülkemizdeki kadınların eğitim seviyesinin düşüklüğü olarak buldum. İster kabul edilsin, ister edilmesin bir çok evde evin gizli reisi aslında kadınlar. Nerden, ne alınacağını belirleyen onlar. Hal böyle olunca eğitim seviyesi düşük kadınlara hitap eden Seda Sayan bu kitlenin büyük olmasını ve kitleye korkunç derecede hitap edebilirliğini kullanmış, kadınların Seda nerde, biz ordayız şeklinde marketlere koşup Pepsi almalarına neden olmuş.<br />
Ve şimdi Seda Sayan yeni bir dünya markasının, Lays' in reklam filminde oğluyla birlikte oynamakta, müziklerini de eşi onur şan yapmış üstelik. Fritolay' in pazarlama direktörü diyor ki: ''kardeş markamız olan Pepsi'deki başarısı, samimi ve doğal kişiliği, aile kurumuna verdiği önem yüzünden Seda Sayan'ı seçerek, Ayşe Teyzeyle 7 yılda %19 artırdığımız pazar payımızı daha da artırabileceğimizi düşünüyoruz''. Elimizde somut bir Pepsi örneği varken pazarlama direktörü haklı gibi görünüyor.<br />
Beğenmeyelim, eleştirelim ya da yerelim hiç farketmez. Seda Sayan, bir kısım kendinden kaynaklı bir kısım kendi çevresinde gelişen ve ona yol, su, elektirik olarak geri dönen etkenlerden dolayı önemli markaların reklam filmlerinde halka sunuldu ve başarılı oldu. Öyle görünüyor ki sunulmaya da devam edicek. Yani şaşırmayalım ilerde bir gün Adidas kramponlarıyla top koştururken gördüğümüzde ya da Magnum reklamında Eva Mendes'in yerine çatır çutur magnum yediğinde.<br />
</div>SeRCaNhttp://www.blogger.com/profile/02630403151487803855noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-79059004493771211862010-01-13T19:18:00.000+02:002010-01-13T19:18:48.513+02:00Ticari Mitoloji<a href="http://4.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/S0zz6AG9MtI/AAAAAAAAAD0/LaWRbcSAcSk/s1600-h/Picture1.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5425979828861743826" src="http://4.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/S0zz6AG9MtI/AAAAAAAAAD0/LaWRbcSAcSk/s200/Picture1.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 164px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 200px;" /></a><br />
<br />
<br />
Ticari mitoloji<br />
<br />
Aslında böyle bir kavram yok. Yada en azından google dedeye sorunca birşey bulamıyor. Ana fikrimiz ticari marka olarak kullanılan mitolojik öğeler. Çıkış noktamız bir derginin ekindeki mitoloji sözlüğü ve ardından kafaya takılan sorular, yapılan araştırma ve elde edilen bulgular.<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
<br />
Orneğin en güncel programlama dillerinden biri olan Python adını tanrı Apollon’un Parnassos eteğindeki bir su başında bulup öldürdüğü yılandan alıyor. Nasıl bir alaka kurmuşlar bilemiyorum, bu örnek pek olmadı sanırım.<br />
<br />
Juventus takımının adı gençlik tanrıçasından geliyor. Romalıların gençlik çağına giren delikanlılara verdiği isim Juventus. Gençlik, spor filan bu isim oldukça güzel olmuş bana kalırsa.<br />
<br />
Pegasos çoğumuzun bildiği üzere pek çok efsanede rol oynayan kanatlı atın adı. Kanatlı attan esinlenerek bir havayolu şirketine isim olarak verilmesi de çok şaşırtıcı değil.<br />
<br />
BP’nin logosu olarak kullandığı, adına ödül verdiği Helios ise yine Yunan mitolojisinde güneş tanrısının adı. Güneş, enerji, petrol, bu da gayet yerinde bir kullanım.<br />
<br />
Ve Nike. Küçüklüğümde, hele ilk İngilizce öğrendiğim dönemde ne anlama geldiğini merak ettiğim bu kelime meğer çok manidarmış. Mitolojide “zaferin” kişiselleştirilmiş halini simgeleyen tanrıça olarak geçiyor.<br />
<br />
Listeyi uzatmak tabii ki mümkün ama toparlayalım. Kıssadan hisse: Markaların ticari başarılarında bu isimlerin ne derece etkisi olmuştur bilinmez ama yaratılmak istenen algıyı somutlaştırdıkları bir gerçek.Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-86110975005201512142010-01-05T15:00:00.001+02:002010-01-05T15:00:03.101+02:00Tatlı olanı var mı ki..?<div><div><br />
<div><br />
<a href="http://2.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/SwmdzUX9xvI/AAAAAAAAAAg/bJwpm17-Uek/S220/seyla_blog%2Bprofil.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/SwmdzUX9xvI/AAAAAAAAAAg/bJwpm17-Uek/S220/seyla_blog%2Bprofil.jpg" /></a>Halit Ergenç'in oyunculuğunu beğenirim. Cansu Dere'nin ise duru güzelliğine bir hayranlığım vardır. Son günlerde sinema salonlarında hüküm süren Türk filmi furyasının önemli bir parçası olan "Acı Aşk"ı izlemeye karar vermemde ilk iki etken başta saydıklarım oldu. Bir de bu film sağda solda Woody Allen'ın oldukça beğendiğim filmi "Vicky Cristina Barselona"nın Türk versiyonu (versiyon ne kadar yanlış bir kelime!) olarak adlandırılınca 3 kız arkadaş soluğu sinema salonunda aldık.<br />
<a name='more'></a><br />
</div><div>Öncelikle, kötü bir film değil "Acı Aşk". Eğer herhangi bir akşam yapacak bir şey bulamasak ve ilk bulduğumuz filme bilet almış olsaydık beğenebilirdik bile. Fakat yukarıda bahsettiğim beklentilerle gittiğinizde sizi tatmin edecek elle tutulur bir gerekçe kalmıyor bu filmi sevmeniz için. Hikaye şu; Üç kadın, ve sözümona üçünü de seven, ama aslında hiçbirini sevmeyen bir adam. Adam, aslında "Issız Adam" filminin sinemamıza kazandırdığı karakterden, yani tatminsiz, mutlu olamayan modern toplum erkeğinden uzak değil. Tabii onun bu noktaya gelmesine ilişkin sebepler ve olaylar var film boyunca gözlemlediğimiz. Karakter analizi noktasında bakarsak "Vicky Cristina Barselona" filmindeki bazı durumları yakalayabiliyoruz bu filmde de. <br />
</div><br />
<div></div><br />
<div>Mekanlar ve müzikler başarılı, çok sevdiğim bir şehir olan Eskişehir'de geçiyor bazı sahneler, geri kalan kısmı ise İstanbul'da lüks bir residence'ta, özel bir üniversitede ve hep aynı boğaz manzaralı restaurantta. Görseller güzel yani, kadınlar da dahil olmak üzere. Müzikler ise, filmin eklektik yapısını yansıtıyor, bir Levent Yüksel'den "Seni Yakacaklar"ı dinliyoruz, bir "Ne me quittes pa". Afişi de çok başarılı bulmuştum önce, sonra ufak bir araştırmayla nereden esinlenildiğini keşfettim:<br />
</div><br />
<br />
<div></div><a href="http://2.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S0DlzmAp8aI/AAAAAAAAADE/j4BCbRjFQPI/s1600-h/2500903868_ebc5d92ccb.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5422586625893462434" src="http://2.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S0DlzmAp8aI/AAAAAAAAADE/j4BCbRjFQPI/s320/2500903868_ebc5d92ccb.jpg" style="float: right; height: 320px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 275px;" /></a><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5422586339013417634" src="http://1.bp.blogspot.com/_p-nKaukROEo/S0Dli5TH2qI/AAAAAAAAAC8/fko-mHVeNrQ/s320/aci-ask-filmi.jpg" style="display: block; height: 320px; margin: 0px auto 10px; text-align: center; width: 298px;" /><br />
Filmi tam bir "Türk filmi" yapan şey, karakterler ve davranışları her ne kadar gelenekselden uzak ve kendine özgü olursa olsun, olay örgüsünün dramatik yapısı. Eski Türk filmlerini hatırlayın, "bu kadar da olmaz ki ama" dedirten bir olay örgüsü vardır; fakir ama güzel kız olmayacak bir yerde zengin adama aşık olur, sonra araba çarpar kör olur, gurur yapar adamı terk eder, bir sürü yanlış anlaşılma olur, sonra kız İsviçre'de ameliyat olup yeniden görmeye başlar vs. vs. Bir saat içinde bir ömüre sığmayacak olaya şahit oluruz, biraz eğreti ve zorlama bir dram olsa da "Türk filmi"dir o, onu öyle sever, bunun bilinciyle izleriz. Şimdi buna benzer bir yöntem sıradışı bir konu ve sıradışı karakterlerle uygulanınca beni rahatsız etti açıkçası. Olayların hızlı akması, veya sürpriz öğelere yer verilmesi tabii ki kötü bir şey değil, ama bağlantısız olayların üstüste ve gerçeklikten kopuk bir şekilde olması (spoiler vermemek için olayları söylemiyorum) filmde kendinizden bir şeyler bulmanızı güçleştiriyor.<br />
<br />
<div><br />
Filmde bir edebiyat öğretmenini canlandıran Halit Ergenç'ten daha içi dolu cümleler beklerdim, belki aklımda kalan şundan daha farklı bir replik olurdu: "Hocam, abartmayı sevmiyor musunuz biraz?", "Hayır, sevmeyi abartıyorum"!!<br />
</div></div></div>Seylahttp://www.blogger.com/profile/11581768142225187652noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-28887571885405586452010-01-05T09:00:00.002+02:002010-01-05T11:11:48.017+02:00Sigara (Sagliga zararlidir) zamlari , her sene yasanan traji komik kar etme(!)<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S0MCRk1NBLI/AAAAAAAAAJ8/-daZtL4O7CA/s1600-h/bahadir_blog+foto.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://1.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/S0MCRk1NBLI/AAAAAAAAAJ8/-daZtL4O7CA/s320/bahadir_blog+foto.jpg" /></a></div>Sigara icmek sagliga zararli hatta olduruyor , her yerde goruyoruz , duyuyoruz , 5000 kere dile getiriliyor ama yine de iciyoruz. Neden ? Baska bir yazi da belki ...<br />
Deginmek istedigim konu , sigara zamminin meydana gelecegi bu gunlerde ufak marketler sigara bulmak imkansiz. Neden mi ? E zam gelecek ya...<br />
Bizim esnafimiz , kar etmek icin , butun sigaralarini sakliyor. Ne kadar kar edecekler ?<br />
<a name='more'></a><br />
Diyelim ki sigaranin fiyati 5.5 , ve zam yapildi , 6 lira oldu. Marketten iceri girdim ,<br />
<ul><li>abi bana ordan bir X versene? </li>
<li>kalmadi ( uzgun bir tavir, elinden bir sey gelmiyor ya ) </li>
<li>Y ? </li>
<li>kalmadi ( normal bir ses tonu ) </li>
<li>Z ? </li>
<li>kalmadi ( hafiften sinirlenmeler baslar ) </li>
<li>T ? ( bezginlik belirtisi ) </li>
<li>Abi sadece A var ( al da kurtulayim bakisi ) </li>
<li>Iyi ver hadi (Caresizlik )<br />
</li>
</ul><br />
Bu soru cevap silsilesine mi sinir olursun , yoksa gozunun icine baka baka yalan soyleyen saticiya mi , size kalmis. E ben bu adamdan baska bir sey alir miyim ? Almam! E kar edecekti ?! Ondan sonra biz batiyoruz , dev gibi magazalar acildi , sayip sovmeler.... E kardesim , sana para kazandiran zaten etrafinda tanidigin 30 - 40 adam.. 20si sana gicik oldu mu , ve seni sadece sigara almak icin kullanirlarsa , sen zaten batmaya mahkumsun. Gecmis olsun..<br />
<br />
Peki batili medeniyetler bunu nasil cozmus ?<br />
Sigaranin ustune fiyatini yazmislar. Nokta.Bahadir Cambelhttp://www.blogger.com/profile/06294512941127527166noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-16501789437050368202010-01-04T09:00:00.002+02:002010-01-04T14:55:23.426+02:00Sadece Geçerken Bakmak<a href="http://2.bp.blogspot.com/_r1CSqQlpOKM/Sy7me7pKpCI/AAAAAAAAAEY/txuQSmcCbkw/s1600-h/feyza_blog+foto.JPG" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" src="http://2.bp.blogspot.com/_r1CSqQlpOKM/Sy7me7pKpCI/AAAAAAAAAEY/txuQSmcCbkw/s320/feyza_blog+foto.JPG" /></a>
Bu aralar iş sebebiyle çok fazla şehir dışına seyahat ediyorum. Bunların çoğu da doğu illerimize oluyor. Gezilerin hemen hepsi günübirlik olduğundan çok yorulduğumu söyleyebilirim. Sabah 04:00’de uyanıp havaalanına git. Uçağı bekle, sonra uçağın içinde kaptan pilotumuzun anonsu ile bir buçuk saat bekle, gece 12:00’de eve gel. Valla kemiklerim ağrıyor artık. Bu yazıyı da Van’dan yazıyorum sizlere.<br />
<a name='more'></a>
En son geçtiğimiz hafta Kayseri’ye gittiğimde sadece içinden geçip gittiğim, ne çok şehir olduğunu düşündüm. Sokaklarında yürümeden, yemeğini yemeden, havasını solumadan usulca geçtiğim çok yer var. Eminim sizlerin de vardır. O şehirlerin hafızanızda kartpostal tadında bir resmi olur. Çoğunlukla da kendi gerçeğiyle uzaktan yakından alakası olmaz… Orada yaşayan birisi size bambaşka hikayeler anlatıp, farklı bir tablo çizebilir. Aslında bu birazda gezi yazılarına benziyor. Bir şehir ya da ülke hakkında makale okursunuz, çeşitli açılardan çekilmiş orasını en güzel gösteren resimlere bakarsınız bazen sırf bu sebepten oraya gidersiniz, merak etmişsinizdir ve o ambiansı yaşamak istersiniz; bazen de kazara orada olduğunuzda bildiklerinizle gördüklerinizi karşılaştırmaya başlarsınız. Kimi zaman hüsran, kimi zamanda sevinçle dolar içiniz. Bu yüzden kendi tecrübeleriniz önemli değil midir? Herkesin bakması da görmesi de farklıdır…<br />
Kayseri’den bundan tam 15 yıl önce öylesine bir geçmiştim bende. Hani biraz önce dedim ya kartpostal resmi diye, bende ki resminde dağların eteğinde dümdüz bir arazi, bomboş bir şehir ve köşede öylece duran 6-7 tane yüksek(en az 10 katlı) apartmandan oluşan bir site vardı. O siteyi gördüğümde bu ne demiştim. Ne kadar çirkin. Şimdi ise kocaman bir şehir karşıladı beni. Uçakta ki yolcuların büyük bir kısmı Kapadokya’ya giden Uzakdoğulu(Japon mu, Çin mi, Koreli mi ayıramadığımdan..)turistler. Caddeleri çok güzel yollar en az 3 şeritli yer yer 4 oluyor. Kaldırımlar oldukça geniş, hele ki İstanbul’dan giden biri için en az 2 metrelik kaldırım görmek çok enteresan. Oldukça iyi işleyen, yol kotunda giden bir metro ağları var. Metronun en hoşuma giden tarafı rayları, görmüyorsunuz çünkü tüm hat çimlendirilmiş. Her yer yüksek apartmanlarla çevrili. Allahtan bunların bahçeleri genişte duvar gibi dikilmiyorlar karşınıza. Sivas caddesi ana caddeleri. Onu dik kesen cadde Melikgazi semti üzerinde. Burası Kayseripark alışveriş merkezinin olduğu yer aynı zamanda. Yeni lüks binaların yapıldığı gelişmekte olan bir yer. Kayseripark alışveriş merkezinde İstanbul’daki hemen hemen tüm kaliteli markaların mağazaları var. Kayserililerin bir de harika bir stadyumları var. Daha önce fotoğraflarını görmüştüm. Malzeme ve detay olarak eksikleri olabilir ama tasarım olarak Türkiye’de türünün tek örneği. Şansıma akşam maç vardı da bana uçaktan çok güzel bir gece manzarası verdi.<br />
Kayseri diyince mantı, sucuk, pastırmadan bahsetmeden olmaz. Merkezde kale arkasında Kapalıçarşı denilenen daha çok İstanbul’daki Mahmutbey ayarında bir yer var. Kapalıçarşı’nın girişinde pastırma-sucuk satan pek çok dükkan bulunuyor. Bunlardan Beyoğlu isimli dükkandan çok güzel alışveriş yaptım. Mantıda en çok satan markalar Ananın yeri, Sumak. Ben Ananın yeri mantısından aldım çok güzeldi. Yağlama, sarma Kayseri mutfağının önemli yemeklerinden ama üzülerek söylüyorum ki pek benim damak tadıma hitap etmediler.<br />
Sadece geçerken bir şehrin görüntüsü işte böyle.Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-36457535248624907992010-01-03T11:20:00.002+02:002010-01-04T14:58:37.576+02:00İtici bir Pazar Sabahı<a href="http://3.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/Syn7KrN1miI/AAAAAAAAAH0/8ZS-a6439Go/s1600-h/emir.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://3.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/Syn7KrN1miI/AAAAAAAAAH0/8ZS-a6439Go/s320/emir.jpg" /></a>Pazarları oldum olası sevmedim. Hesapta tatil günüdür ama akıllarda tatilin tüm yükünü üstüne çekmiş bir ertesi pazartesi sendromunu ölesiye yaşama zamanından öteye gidememiştir.<br />
Bu blok şeklinde duran 5 çalışma gününü ortadan delip 2-1-2 şeklinde 2 çalış bir dinlen, sonra 2 daha çalış şeklinde bir düzene neden gidilmemiştir?Yani şöyle haftanın ortasında bekleyen, perşembe-cuma arifesinde iyi bir dinlenme imkanı sunabilecek kalite bir çarşamba tatili mutluluk hormonumuzun daha fazla salınmasına önayak etmez miydi sizce de?<br />
Sadece ülkemizde değil tüm dünyada uygulanan sistem 5+2 şeklinde. Büyüklerimiz bu soruyu sormuşlar mı acaba kendilerine? Ya da sorduklarında ne gibi tehlikeler görmüşler acaba? Biraz kafa yorup beni aydınlatabilirseniz sevinirim. Verim düşer filan gibi klişe laflar değil fakat bilimsele yakın gerçeklikte cevaplar gelebilirse çok mutlu olurum.<br />
Herkese iyi pazarlar...Emir Elkabeshttp://www.blogger.com/profile/05733741977728927059noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-45414474562562378792009-12-31T09:00:00.004+02:002010-01-04T14:57:42.274+02:00Yeni Bir Gun 2 - Hedeflerimiz var<a href="http://1.bp.blogspot.com/_AvINQl9TZk4/SzdqEZYCGmI/AAAAAAAAAEs/FiCV5yjaEPc/s1600-h/bahadir_blog+foto.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419917300327389794" src="http://1.bp.blogspot.com/_AvINQl9TZk4/SzdqEZYCGmI/AAAAAAAAAEs/FiCV5yjaEPc/s400/bahadir_blog+foto.jpg" style="cursor: pointer; float: left; height: 80px; margin: 0pt 10px 10px 0pt; width: 80px;" /></a>
Yeni bir sabah olmus , alarma zar zor uzanip biraz dogrulmaya basladiginiz andan itibaren dusunceler simsek hiziyla beyninizde dolanmaya basladi. Isyerinde olacak olaylar , utulemeniz gereken gomleginiz , dus yapip yapmamaktaki kararsizliginiz , kahvalti edecek vaktinizin olup olmadigini sorgulamaniz , sanki butun bunlari ayni anda dusunmeye calisiyorsunuz.<br />
Derin bir nefes alin veeeee Durun!
<br />
<a name='more'></a>Dun gece hayatinizi degistirmeye karar verdiniz. Artik eskisi gibi olmayacaksiniz, ve buna son derece kararlisiniz,yasantinizin kontrolunu eline alacak ve hedefleriniz ugrunda hareket etmeye baslayacaksiniz. Degisimin elinizde oldugunu farkindasiniz. Dun gece gezdiginiz web sitelerden birisinde guzel bir soz gormustunuz ; "Degisim gerekli degildir. Hayatta kalmakta zorunlu degildir."1 Bu sozun ironisi hosunuza gitmisti, ufak bir gulumsemeyle durdunuz dusundunuz. "Neden degisemiyorum ?"<br />
Aslinda degisim kolaydi, zor olan aliskanlari fark etmek ve yenileriyle degistirmekti. Her yemekten sonra , her banyodan sonra , her biradan sonra , her bir toplantidan sonra yaptiginiz ve surekli olarak tekrarladiginiz seyler, sizin bir parcanizdi, tipki her sabah kalktiktan sonra yaptiklariniz gibi. Yuzunuzu nasil yikamaniz gerektigini dusunmuyorsunuz , ya da nasil dislerinizi fircalamaniz gerektigini , ya da metroya binmeden once nasil akbil yuklenmesini gerektigini. Sadece yapiyorsunuz , beyniniz o kadar hizli komut veriyorki, komut vermeden once dusunmediginizin bile farkina varmiyorsunuz. Ne kadar mukemmel bir parca...<br />
O kadar da mukemmel degil. Iyi bir ogrenme sureci icin surekli tekrar istiyor, belli bir ara yapilmaz ise parcalarda kopukluk meydana geliyor. Uzun sure yapmaz ise unutuyor gidiyor ama cok iyi ogrenirse aradan ne kadar zaman gecerse gecsin hatirliyor , komut veriyor ve yonetebiliyor.Bu kadar cok tekrardan sonra , sizce degistirmek kolay olabilir mi ? Mesela ne kadar hizli yemek yiyorsunuz , ne kadar cok cigniyorsunuz , yemek yerken ara veriyor musunuz ? Yemek yerken bunlari dusunuyor musunuz ? <br />
Dusunmeden yaptiginiz , yaparken dusundugunuz, ya da yapmadan once dusundugunuz , dusunup de yapmamaya karar verdiginiz , yuzbinlerce sey , sizi siz yapiyor , diger insanlardan ayiriyor. <br />
Peki , bizi bize benzeten seyler neler ? Bizi ortak bir payda altinda toplayan, birlikteligi doguran , arkadasligi olusturan , sevgiyi, aski , hosgoruyu var eden..<br />
Hayallerimiz , dusuncelerimiz , hislerimiz , sevinclerimiz , sevgimiz , uzuntulerimiz, kirginliklarimiz ve daha saymaya devam edebilecegim yuzlerce sey.<br />
Dun gece kendimizi degistirmeye karar vermistik. Artik eskisi gibi olmayacakti. Eski bizi geri de birakip , hayata daha farkli bir bakis acisindan yaklasacaktik. Once hayattan ne istedigimizi belirtecegiz. O da bize guzelliklerini sunacak. Hedeflerimiz var,ve bunlari sip diye yazmak kolay degil. Kendi hedeflerimi olusturmam ( duzenlemem ) yaklasik 2 haftalik bir sure sonunda olustu ve belli zaman zarfinda degismekte , guncellenmekte. <br />
Simdi yazma sirasi sizde. Yazdiginiz icin kendinize buyuk bir tesekkur edin cunku buyuk bir adim attiniz.<br />
1.<br />
2.<br />
3.<br />
4.<br />
5.<br />
<br />
Hedefleriniz uzerinde dusunmek , karar vermek ve yazmak sizce neden onemli ? <br />
1: It is not necessary to change. Survival is not mandatory<br />
- W. Edwards Deming<br />
Yukaridaki sozun daha basarili bir cevirisini biliyorsaniz , bunu duymaktan ve yazidaki sozu degistirmekten memnuniyet duyarim.Bahadir Cambelhttp://www.blogger.com/profile/06294512941127527166noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-77804404512129541902009-12-30T15:00:00.002+02:002009-12-30T15:00:01.702+02:00Havuç Yumurta Kahve<div><div class="separator" style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none; clear: both; text-align: center;"><a href="http://1.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/SzqjhJMESDI/AAAAAAAAAJ0/nnmf4GKDcTI/s1600-h/havuc_resimleri%5B1%5D.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://1.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/SzqjhJMESDI/AAAAAAAAAJ0/nnmf4GKDcTI/s320/havuc_resimleri%5B1%5D.jpg" /></a><br />
</div><div style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/SzqjQN1dudI/AAAAAAAAAJs/7Ea86pu7OyA/s1600-h/sercndern+blog.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/SzqjQN1dudI/AAAAAAAAAJs/7Ea86pu7OyA/s320/sercndern+blog.jpg" /></a><br />
</div>Bir baba ile kızı dertleşiyorlarmış. Kızı, hayatında bir çok sıkıntı yaşadığını ve bunlarla nasıl başedeceğini bilemediğini söylemiş babasına. Sorunlar ardıardına devam ediyormuş hayatında. Babası kızını dinlemiş, dinlemiş ve gel sana birşey göstereceğim diye kızını mutfağa götürmüş. Ocağa üç tane eşit büyüklükte kap koymuş ve üçünün de altını aynı miktarda yakmış. Birinci kaba bir havuç, diğerine bir yumurta ve son kaba bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Her üçünü 20 dk pişirmiş... Adam bunu neden mi yapmış?<br />
Okullu olup sınıfları dolduralı birkaç yılgeçti. Artık o ya da bu şekilde hepimiz hayatın içinde, bir koşuşturma halindeyiz. Hal böyle olunca eskiye göre su yüzüne çıkmayan bazı sıkıntılara ve zorluklara sahibiz. Sizinle paylaşacağım bu yazım, hayatın yeni gördüğümüz yüzü sebebiyle maruz kaldığımız yada kalabileceğimiz zorluklara karşı duruşumuz hakkında güzel notalar içeriyor. Keyifle okuyun... <br />
<a name='more'></a><br />
...20 dakikanın sonunda adam kapların altındaki ateşi kesmiş. İlk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Daha sonra fazlasıyla pişmiş olan yumurtayı almış. En sonunda suya iyice sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahveyi de alıp bir bardağa boşaltmış ve kızına sormuş: Kızım ne görüyorsun?<br />
Kızı, havuç, yumurta, kahve demiş. Babası kızı elinden tutup daha yakından görmesi için masaya yaklaştırmış ve tekrar sormuş. Kızı, eline bir çatal almış ve havuca batırmış. Yumuşaklığını hissettikden sonra, haşlanmış yumuşak bir havuç demiş. Daha sonra yumurtayı almış eline masanın bir tarafına vurup, kırdıktan ve içini gördükten sonra, pişmekten katılaşmış bir yumurta demiş. Ve bardağı eline alıp biraz içtikten sonra tam kıvamında, hoş kokulu ve lezzetli bir kahve demiş...fakat anlayamamış bir türlü babasının bunu neden yaptığını ve babasına sormuş: bunu bana niçin gösteriyorsun?<br />
Babası yanıtlamış: bak demiş hepsi aynı şekil kapta, aynı sıcaklıkta, aynı sürede pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepkiler verdiler. Havuç, ilk başta sertti, güçlü idi. Ama kaynatılınca yumuşadı hatta güçsüzleşti. Yumurta çok kırılgandı, hafifçe dokunsan bile çatlayabilirdi. Kaynatılınca içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine sertti, hepsi birbirine benziyordu, ama ısıtılınca ne oldu, kahçe çekirdekleri ısındılar, gevşediler ve içinde oldukları sıcak suya yayıldılar. Hoş bir koku yaydılar, güzel bir tat bıraktılar ve suyu eşsiz lezzette bir kahveye çevirdiler demiş ve devam etmiş adam kızım sen hangisisin diye sormuş. Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki gösteriyorsun demiş. Sen havuç musun, yumurta mısın yoksa kahve misin?<br />
Peki ya siz hangisisiniz? Havuç gibi sert bir kişi ama sorunlar yaşayınca yumuşuyor ya da güçsüzleşiyor musunuz? Yumurta gibi, içi yumuşak, her an kırılabilir bir kişi ve sorunlar karşısında, güçleniyor ve sertleşiyor musunuz? Sıcak suya atılınca tüm güzelliğini suya bırakan ve müthiş bir lezzete sebep olan kahve çekirdekleri gibi çevrenizde ne kadar sorun olursa olsun, bunları olumlu hale çevirerek, çevrenize güzel tatlar, duygular katabiliyor musunuz? SİZ HANGİSİSİNİZ...?<br />
</div>SeRCaNhttp://www.blogger.com/profile/02630403151487803855noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-71174231307986879882009-12-30T10:00:00.004+02:002009-12-30T13:09:55.100+02:00Facebook dünyasında Farmville ülkesinde...<a href="http://4.bp.blogspot.com/_n1P2mxBzwo4/SzqkM8EUSYI/AAAAAAAAAI4/zZJrEI1JYRU/s1600-h/q.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5420825643683432834" src="http://4.bp.blogspot.com/_n1P2mxBzwo4/SzqkM8EUSYI/AAAAAAAAAI4/zZJrEI1JYRU/s320/q.jpg" style="cursor: hand; display: block; height: 320px; margin: 0px auto 10px; text-align: center; width: 320px;" /></a><br />
<a href="http://1.bp.blogspot.com/_n1P2mxBzwo4/SzqkGwUxaeI/AAAAAAAAAIw/6xRhp4_hSrI/s1600-h/ben.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5420825537452009954" src="http://1.bp.blogspot.com/_n1P2mxBzwo4/SzqkGwUxaeI/AAAAAAAAAIw/6xRhp4_hSrI/s320/ben.jpg" style="cursor: hand; float: left; height: 80px; margin: 0px 10px 10px 0px; width: 80px;" /></a><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Son zamanların Facebook rüzgarına fırtına gibi giren, sanallığıyla bizi biraz daha gerçek hayattan soyutlayan, 'vakit öldürmek' için birebir,vaktimizi diriltemeden bir daha içinde öldürdüğümüz,adı 'oyun' kavramı içinde geçen ama tam bir kara delik misali bilgisayarlarımıza giren şey...</span></span><br />
<div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"><br />
</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Evet,bunları söylerken aslında bir yandan da çiftliğimdeki poinsettiaları (Türkçe karşılığı Atatürk çiçeğiymiş) biçmekle meşgulüm; ne yazık ki ben de o sanal hayatın içinde takıldım kaldım. Bu yüzden de bugün ondan bahsetme ihtiyacı duydum.</span></span><br />
<a name='more'></a><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">'Nereden girdi bu oyun hayatımıza?' mı demeliyim, yoksa; aslında 'Facebook denen şey nasıl girdi hayatımıza' mı demeliyim. Ana tema Farmville olsa da Facebook'a değinmeden yapamayacağım. En çok kullananlardan biri haline gelmiş olarak onu ne kadar kötüleyebilirim ki; amacından saptırmadıkça fena bir şey de değil aslında. Ama amacı ne peki?İlkokul arkadaşlarımızı bulmak mı?Saçma,listemizdeki kaç tane ilkokul arkadaşımızla tekrar o ufacık zamanlarımıza dönebildik ki? Bunca sene görüşmemişsek zaten ihtiyaç duymadığımızdandır,bu saatten sonra mı birden ihtiyaç duyar olduk onlara?Amacı ne ben de bilmiyorum; ne aradığımızı veya ne bulduğumuzu da. Belki de resimlerin altına yazılmış geyiklere ihtiyaç duyuyoruz arada bir,ya da hiç farkında olmadığımız bir anda çekilen fotoğrafımızın 'tag'lendiğini görmek istiyoruz...</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"><br />
</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Ve bir de işte,her geçen gün eklenen oyunlar, Farmville le başlayıp Cafe World ve daha duymadığım birçoğuyla devam eden, insanların gerçek hayatta yaratamadıkları bir dünyayı internet üzerinde yaratarak onları eğlendiren sanal hayatlar, kişilikler...</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"><br />
</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Öncelikle, henüz bu sanal kişiliklerden nasibini almamış sayılı arkadaşlarımıza Farmville'i kısaca özetlemek gerek.Orada size verilen bir arazide meyvenizi,sebzenizi ekiyor,hayvanlarınızı otlatıyor,oradan gelen parayla da bağ,bahçe,ev,bark kuruyorsunuz. Bu kaba tabiriyle bu şekilde sürüp gidiyor, her yaptığınız şey size deneyim kazandırıyor ve deneyimleriniz de level atlamanızı sağlıyor.Ancak oyunun sonu bir türlü gelmek bilmiyor, her seferinde yeni bir şeyler ekleniyor, madalyalar, hediyeler, çiftlik için yeni yeni ürünler,malzemeler vs... Amaç sürekli sizi oyunda tutmak, vaktinizi biraz daha çalabilmek. Hoş,siz de bunu bile bile devam ediyorsunuz.İçimizdeki yükselme azmiyle oyun artık hayatımızın vazgeçilmez parçası halini alıyor,'eyvah eve gidip domateslerimi toplamalıyım' a kadar...</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"><br />
</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Ama sorun şu, ne kazanıyoruz biz? Tabi ki,dinlenmeye, biraz eğlenmeye, boş vakit geçirmeye ihtiyacımız var ama bu oyun bizden daha fazla ilgi bekliyor,sanki yeni bir arkadaş gibi giriyor hayatımıza,her geçen gün biraz daha ilgi istiyor.Ama bize verdikleri? Hiçbir şey...</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;"><br />
</span></span><br />
</div><div><span class="Apple-style-span"><span class="Apple-style-span" style="font-size: small;">Artık yükselmenin de keyif vermediğini zaman anlıyorsunuz ki bu kadar uğraş boşa gidiyor; çiftliğimi genişleteceğimler, villa alacağımlar artık gereksiz görünüyor.Ve işte o an kendinizi yeni bir oyunun pençelerinde buluyorsunuz....</span></span><br />
</div>Unknownnoreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-79895853831070712512009-12-29T15:30:00.005+02:002009-12-29T15:30:00.248+02:00Bekliyorduk zaten Moby<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/Szf_uHfYqnI/AAAAAAAAAJk/l2MVG5Cuilg/s1600-h/esen1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/Szf_uHfYqnI/AAAAAAAAAJk/l2MVG5Cuilg/s320/esen1.jpg" /></a><br />
</div><a href="http://2.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/Szd-5Snv1FI/AAAAAAAAADU/qn8bko0m_Tg/s1600-h/Moby_wait-for-me.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" style="clear: right; cssfloat: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419940199279875154" src="http://2.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/Szd-5Snv1FI/AAAAAAAAADU/qn8bko0m_Tg/s200/Moby_wait-for-me.jpg" style="float: left; height: 200px; margin: 0px 10px 10px 0px; width: 200px;" /></a>Elektronik müziğin dahi çocuğu Moby yeni albümü “Wait for Me” ile yine farkını ortaya koydu. Sanatçının müzikal geçmişini önceki albümlerinden hatırda kalan parçalarla, özellikle sinema ve reklam endüstrisinde kullanılanlardan yola çıkarak anlatmaya çalışalım.<br />
<a name='more'></a><br />
<br />
Moby Dick’in yazarı Herman Melville herhalde kitabının adını koyarken torununun bir gün ünlü bir müzisyen olacağını ve Moby adıyla şöhret kazanacağını tahmin etmemiştir.<br />
<br />
Çok küçük yaşlarda müzik yapmaya başlayan Moby, 1999 yılında çıkardığı “Play” ile elektronik müzik alemine sıkı bir giriş yaptı. Bu albümdeki “Find My Baby” adlı parça aynı zamanda ilk nesil Nissan Almera’nın da reklam müziğiydi. Hemen hemen bütün parçaları listelerde üst sıralara tırmanan bu albümdeki diğer bir parça olan “Bodyrock” da Fifa bilgisayar oyununun müziği olarak oyunseverleri karşıladı. <br />
<br />
<br />
2002 yılında çıkardığı “18” albümüyle Moby’ye olan ilgi devam etti. Nokia N90’ı tanıtan “In My Heart” ve ayda giden “uçak el frenli” Renault Megane reklam filmi müziği “In This World” TV izleyicisi tarafından beğeniyle dinlendi. Aynı albümdeki “Extreme Ways” daha sonra seri haline gelecek olan “Born Identity” filminin müziği olarak sinema tarihinde yerini aldı.<br />
<br />
1997 yapımı “Tomorrow Never Dies” James Bond tema müziği ve 2000 yılında gösterime giren “Gone in 60 Seconds” filminin soundtrack’inde yer alan “Flower” adlı parçalarını da sayarsak Moby’nin reklam, film ve hatta bilgisayar oyunu endüstrilerindeki popülerliğinin “Wait for me” ile süreceğini düşünmek yanlış olmaz. Bakalım yeni albümdeki parçaları hangi reklam yada filmde karşımıza çıkacak? Benim favorilerim “One Time We Lived”, “Pale Horses” ve tabii ki “Shot in the Back of the Head”Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-50988000733441918852009-12-29T10:50:00.001+02:002009-12-29T10:50:00.800+02:00Vavien<a href="http://2.bp.blogspot.com/_aJKVQ2xk7w4/SzKPXM1VO-I/AAAAAAAAADo/KMPBgS4DyZo/s1600-h/necdet.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5418550930424806370" src="http://2.bp.blogspot.com/_aJKVQ2xk7w4/SzKPXM1VO-I/AAAAAAAAADo/KMPBgS4DyZo/s200/necdet.jpg" style="margin: 0px 10px 10px 0px; cursor: pointer; float: left; height: 88px; width: 88px;" border="0" /></a>Eskiden Türk filmlerini nasıl olsa dvdleri çıkar düşüncesi ile evde izlemeyi tercih ediyordum. Fakat son birkaç senedir bu durum tersine dönmeye başladı. Hatta son 1-2 senedir %80 oranında Türk filmlerini izliyorum sinemada. Aslında yapılması gereken de bu. Filmlerin nasıl bütçelerle çekildiği ve ne zorluklarla yapıldığı düşünülürse hepimizin destek vermesi gerekir.<br /><br />İşte bu düşüncelerle uzun zamandır beklediğim ve merak ettiğim filmi dün izleyebildim. Filmi uzun uzun anlatmadan önce görüşümü hemen söyliyim. Mutlaka izlenmesi gereken çok güzel bir film...<a name='more'></a><br /><br /><a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="http://2.bp.blogspot.com/_aJKVQ2xk7w4/Szm86a-tpHI/AAAAAAAAAEM/rDnTFw_x-V0/s1600-h/vavien-afis.jpg"><img style="margin: 0pt 10px 10px 0pt; float: left; cursor: pointer; width: 132px; height: 209px;" src="http://2.bp.blogspot.com/_aJKVQ2xk7w4/Szm86a-tpHI/AAAAAAAAAEM/rDnTFw_x-V0/s400/vavien-afis.jpg" alt="" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5420571338377897074" border="0" /></a>Başrollerini Engin Günaydın ve Binnur Kaya'nın paylaştığı filmde, Settar Tanrıöven, Serra Yılmaz, İler Aksum ve birçok oyuncu yer alıyor. Filmin senaryosu Engin Günaydın'a ait. Yönetmenler ise Küçük Kıyamet filminde de hatırlayacağımız Taylan kardeşler.<br /><br />Önce Vavien'in anlamını merak edenler için kısaca anlatayım. Vavien genellikle dubleks evlerde olur. Alt kattan açtığınız bir ışığın üst kattan kapatılmasına yarayan bir mekanizma. Filmin ismiyle alakası da başroldeki karakter Celal'in elektrikçi olmasından kaynaklanıyor.<br /><br />Film Tokat Erbag'da ağabeyi ile elektrikçi dükkanı işleten Celal'in karısı ile olan ilişkisi üzerine kurulu. Ailesi ile mutsuz olan Celal, kendisini bir hayat kadınına kaptırır. Bu yüzden de başı belaya girer. Bu arada Celal'in karısı Sevilay, babasının Almanya'dan gönderdiği paraları kocasından gizli bir şekilde biriktirir. Celal paraları bilmektedir ve içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için karısını öldürme planı yapar. Amacı karısını öldürüp, biriken parayı almak ve hayat kadını ile beraber yaşamaktır. Fakat olaylar Celal'in beklediği şekilde gelişmez.<br /><br />Tüm bu olaylar kara-komedi şeklinde ve kasaba insanının doğallığı ile seyircilere aktarılmış. Oyuncuların genellikle komedi filmlerinde oynamış olması filmi daha da komik bir hale getirmiş. Özellikle Engün Günaydın ve Binnur Kaya'nın oyunculukları muhteşem.Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-57168914566943953652009-12-28T09:25:00.003+02:002009-12-28T09:25:00.726+02:00Bir güzel müzikal birliktelik daha: David Guetta & Estelle<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/Szf-6yIFEfI/AAAAAAAAAJc/efu1YS6gGLY/s1600-h/esen1.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" ps="true" src="http://2.bp.blogspot.com/_yiAIwtgxPHk/Szf-6yIFEfI/AAAAAAAAAJc/efu1YS6gGLY/s320/esen1.jpg" /></a><br />
</div><a href="http://3.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/SzdcIluL0eI/AAAAAAAAADM/12lzfLW9iLI/s1600-h/one+love.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" style="clear: right; cssfloat: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419901979198214626" src="http://3.bp.blogspot.com/_ie2eIJsHJwA/SzdcIluL0eI/AAAAAAAAADM/12lzfLW9iLI/s200/one+love.jpg" style="float: left; height: 200px; margin: 0px 10px 10px 0px; width: 200px;" /></a>David Guetta’nın One Love adlı son albümünden çıkardığı üçüncü single, aslında albüme ismini veren parça. “When Love Takes Over”da Kelly Rowland (eski Kader Çocuğu-Destiny’s Child), “Sexy Bitch”te Akon kendisini yalnız bırakmamışlardı. Bu kez de Estelle David’e eşlik ediyor. <a name='more'></a><br />
<br />
2004 yılında başladığı müzik kariyerinde sesini 2008’de Kanye West (kendini Michael Jackson’un veliahtı olarak gören, panjurlu gözlük modasının öncüsü arkadaşımız) ile söylediği “American Boy” ile duyurmayı başardı. Aynı pek çok yarışmada aday gösterilen parça, 2009 Grammy’lerinde “Song of the Year” ödülüne aday gösterilirken “Best Rap/Sung Collaboration” ödülünü kazandı. <br />
<br />
“One Love” da bu iki başarılı sanatçının başarılı bir çalışması olarak müzik tarihinde yerini alıyor.<br />
<br />
İşte David ve Estelle’in aşk tarifi, iyi dinlemeler:<br />
Biri bana yardım edebilir mi? Hiç bir planım yok, sanırım hayatımı birinin ellerine bıraktım. Zarar görmek istemiyorum ama herkes zayıf kalabilir. Güvenebileceğim birisi, gerçekten ihtiyacım olan bu.Unknownnoreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4981620908630593976.post-13274936390104343882009-12-27T09:00:00.002+02:002009-12-27T09:00:01.808+02:00Los Vivancos<a href="http://4.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/SzVEN79ZmNI/AAAAAAAAAEw/MCSiZFJ7B-Y/s1600-h/sed"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419312732834470098" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 80px; CURSOR: hand; HEIGHT: 84px" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/SzVEN79ZmNI/AAAAAAAAAEw/MCSiZFJ7B-Y/s200/sed" border="0" /></a> “Eğer şahinin yazgısı göğün en yükseklerine uçmaksa, bizim yazgımız da birlikte dans etmek” diyor, Endülüs’ten çıkma 7 erkek kardeş. Nam-ı diğer: Los Vivancos. Kendilerini ilk kez 2008 senesinde İş Sanat’ta izlemiş, hayran kalmıştım. 27 Aralık Pazar akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapacakları gösteri için tekrar İstanbul’a geleceklerini öğrenince, bu haberi yurdum kızlarıyla paylaşmayı kendime bir borç bildim.<br /><br /><br /><p align="center"><a href="http://4.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/SzVE26xBc4I/AAAAAAAAAE4/bPaAAT0Eta4/s1600-h/losvivancos1.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419313436888757122" style="WIDTH: 192px; CURSOR: hand; HEIGHT: 200px" alt="" src="http://4.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/SzVE26xBc4I/AAAAAAAAAE4/bPaAAT0Eta4/s200/losvivancos1.jpg" border="0" /></a></p><br /><a name='more'></a><br />Dansçı babaları Pedro’yu idolleri kabul eden; Elias, Josué, Josua, Cristo, Aaron, Israel ve Judah adlı 7 kardeş küçük yaşlarda müzikle ilgilenmeye ve dans etmeye başlarlar. Küçükken break dans ve sokak danslarına da ilgi gösteren kardeşler, Barselona Dans Konservatuarı’nda aldıkları eğitimden sonra kendilerini geliştirmek için birbirlerinden ayrılıp yollarına farklı dans topluluklarıyla, farklı dans türlerinde devam ederler. Başarılı solo kariyerleri süresince yeteri kadar deneyim kazandıklarına inanınca tekrar biraraya gelme kararı alıp, 2004 yılında “Muhteşem Yedili” olarak da bilinen flamenko grubu Los Vivancos’u kurarlar. O günden beri de, ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde gerçekleştirdikleri gösterileriyle flamenko dansının dünya üzerindeki en önemli temsilcilerinden biri haline gelirler.<br /><br /><br /><p align="center"><a href="http://2.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/SzVFVIY-dmI/AAAAAAAAAFA/2ofu-hRidG0/s1600-h/losvivancos2.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5419313955942069858" style="WIDTH: 200px; CURSOR: hand; HEIGHT: 133px" alt="" src="http://2.bp.blogspot.com/_6LrGNHnB54U/SzVFVIY-dmI/AAAAAAAAAFA/2ofu-hRidG0/s200/losvivancos2.jpg" border="0" /></a></p><br /><br />Peki bu muhteşem yedili sahnede neler yapıyor? Los Vivancos bir flamenko grubu olmasına rağmen, gösteri sadece bu danstan ibaret değil. İzleyiciler, kardeşlerin çocukluktan bu yana yaptıkları, öğrendikleri her türlü dansı izleme şansı buluyor. Baleden break dansa, farklı dans türlerinin sergilendiği şov flamenko ile son buluyor, muhteşem bir gösteri çıkıyor ortaya. Ayrıca tek marifetlerinin dans olmadığını, hepsinin ayrı bir enstrüman çalabildiğini de belirtmekte fayda var.<br /><br />Gösterinin sonunda ise, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu izleyiciler gayet memnun ayrılıyorlar şovun sahnelendiği mekandan. Gösteriyi beraber izleyen arkadaş gruplarının arasında ise hep aynı muhabbet: Analar neler doğuruyor yahu...SéDhttp://www.blogger.com/profile/06124902374179474419noreply@blogger.com0