3 Haziran 2010 Perşembe

Yine... Yeni... YENİDEN=)


Evveetttt, bir süre kaybolmuş olabilirim; herkes bazen hayatında olan bitene ara vermek ister zaten... Bazen canı istemez, bazen sıkılır, bazen de değerini sonradan keşfeder...
Şimdi ben yeniden bizbize benzeriz başlığı altında aslında ne kadar farklı olduğumuzu deşifre etmeye çalışacağım.
Hepimizin geçici heveslerinden nasibini almış bir blog olsa da; yine de güzel bir blogu paylaştık. Bakalım bana kimler takılacak yeniden.
Lafı çok uzatmayayım, bu bir başlangıç olsun; blogdaşlarım da arada bir hala blogumuzun varlığını yokluyorlarsa, onlara da hoş beş bir sürpriz olsun; arada hala yazan birileri varmış demek, derler=)

10 Şubat 2010 Çarşamba

Süt aşkına efsane avcılığı

Uçan inekler bir tarafa dursun karşınızda gerçek bir –marketlerdeki reyon ismiyle- süt ve süt ürünleri aşığı duruyor. Öyle ki reklam filmi oynarken gözlerim doluyor. Durum böyle olunca beyaz ve tonlarındaki arkadaşlarımızın toplumumuzda uğradığı haksızlıkları dile getirmek de bana düşüyor.

Efsane 1: Balıkla yoğurt yenmez, balıktan sonra süt içilmez. Peki arkadaşım yoğurtlu hertürlü mezeyi götürdün. Önden peynirini de yemiştin. Yanında belki de bol sütle hazırlanmış patates püresini de mideye indiriyorsun. İşin aslı bayat balığın zehirlenmeye neden olduğudur. Üstüne süt içmişsin, yanında yoğurt yemişsin, sonucu değiştirmez.

9 Şubat 2010 Salı

Nayır Nolamaz !

Yeni başladığım işimin henüz ilk günlerinde aldığım bir proje için internetten reklam örnekleri karıştırırken her 3 Google kullanıcısından 1’i gibi yine karıştırmam gereken şeylerin dışına çıktım ve BBC Programcısı Jessica Williams’ın yazdığı bir kitapla karşılaştım. Kitap, dünyanın röntgeni çekildikten sonra, ortaya çıkan ve değişmesi gereken sonuçlardan ibaret. 50 gerçek” olarak adlandırılan aykırılıklar, yanlışlıklar veya sorumsuzluklar, ilk bakışta birbiriyle ilintili gibi gözükmese de her biri, dünyanın çivisinin üzerine bir balyoz gibi iniyor.


Ozon delindi, küre ısındı, dünyayı su basacak. Marduk gelip çarpacak. Bülent Ersoy hamile kalacak. Tay-yeap Beyaz Saray’ a, taşınacak şeklinde farklı senaryolar kulaklara çalınsa da, içten içe dünya bir yok oluşa doğru gitmekte. Biz kendi vahdaniyetimiz uğruna fırdönerken, gelin bir de dünyayanın nasıl döndüğüne bakalım. Işte dünyayadan size birkaç gerçek...

1 Şubat 2010 Pazartesi

İstanbul aşkına..

Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan eve gitmek için servis aracına binmiş, elimde kitabım uyuyakalmışken birinin koluma hafifçe dokunduğunu hissettim. Uyku sersemi gözlerimi açtığımda gitgide netleşen vizyonumda hemen hemen benim yaşlarımda, kabarık (hatta “bonus” diye nitelendirilen) saçlı, hippi giyimli bir çocuk vardı, gülümseyen utangaç bir tavırla valizimi çekmemi rica ediyordu. Görünen o ki kocaman serviste yanım dışında boş yer kalmamıştı. Önümüze oturan anne ve babasıyla hararetli İspanyolca konuşmalara dalmasından anladım ki seyahatlerinin heyecan dolu ilk günündeydiler.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Yeni bir gün III - Bahadır Çambel'in ölümü üzerine

Hayati boyunca insani değerlere ve insanlara çok önem verdi. İnsanlarin içlerinde yer alan iyiliği hep bulmak icin uğraştı.

Hayatı boyunca bir sürü hata yaptı, ama yaptığı hatalarını da kabul etmeyi bildi ve onları düzeltmek için elinden gelen bütün çabayı ortaya koydu.

Karar verirken yüreğinin sesini dinlemeyi tercih etti, çünkü biliyordu ki yüreğinin sesini dinlemediği sürece kendine ihanet edecekti.

24 Ocak 2010 Pazar

EVDE OFİS

İş hayatının en sevimsiz özellikleri ne sizin için? 9-6 mesai saatleri mi, her sabah-akşam çekilmek zorunda kalınan korkunç trafik mi, yoksa öğle molasını beklerken geçmeyen dakikalar mı? Gelişen teknolojiyle, bu sıkıntılar zamanla son bulacak gibi gözüküyor. Eğer sizin de işlerinizi halledebilmeniz için internet bağlantılı bir bilgisayar ve cep telefonu yeterliyse, haydi taşıyın ofisinizi evinize...
Dünyada birçok meslek grubu artık işlerini evden yürütebiliyor. Türkiye bu konuda biraz daha temkinli yaklaşsa da, bazı sektörler ofislerini evlerine taşımaya başladı bile. Reklamcılar, gazeteciler, internetle ilgili iş yapanlar bu akımın öncüleri diyebiliriz. Peki bu ev-ofis uygulamasını bu kadar cazip kılan ne?

23 Ocak 2010 Cumartesi

Ayranı Yok İçmeye, Teknoloji Senin Neyine... bir karne sendromu


Milletçe bayılıyoruz en son çıkan her şeyi, hayatımıza uygulamaya. Bize uysun uymasın, bir şekile seviyoruz yenilikleri, entegre ediyoruz, ettiğimiz zannediyoruz, aslında çoğu zaman da eğreti durduğunu farketsek de görmemezliğe geliyoruz. Minicik bir salonumuz olsa da pencerelerden büyük plazmalara, gecekondularda otursak da en son model spor arabalara,
5 kuruş nakitimiz yokken ceplerimizde blackberryler i-phonelar taşımaya, doğru düzgün yemek masamız yokken ADSL bağlatmaya...vs. vs. bayılıyoruz. Ehh, bizim milletçe ekmeğimiz yok ama pastamız çok.

21 Ocak 2010 Perşembe

Arabanın camını patlattırmamak için...

Evet, arabamın camını patlattılar ve ben bu olayı çeşitli yönleriyle size aktarmak istiyorum. Arabada görünür biçimde laptop vs. bırakılmaması gibi bir şehir kanunu vardır biliyorsunuz. Cuma günü işten çıkan ve haftasonu çalışırım gibi işgüzar bir tavırla bilgisayarını yanına alan bendeniz İzmir Bostanlı’da yemek yerken bu kuralı ihlal ettim.

Ne yapmamalı?
-Arabanın ön-arka koltuğunda eşya bırakmamalı. Eşyanız değersiz, arabayı bıraktığınız yer çok işlek bir yer dahi olsa.
-Park ettikten sonra eşyalarınızı alıp bagaja kaldırmanız da uygun değil, çünkü izleniyor olabilirsiniz.
-Söz konusu bir laptop ise kafede açıp kullanıp sonra getirip arabaya koyup oradan ayrılmak, hırsızlığa davetiye çıkarmakla eş değer.

20 Ocak 2010 Çarşamba

İlk Bakışta Aşk- Efsane mi, Gerçek mi?

Google'da tamamen alakasız bir araştırma içindeyken kendimi amaçsızca bambaşka sayfalarda bambaşka şeyler okurken buluyorum bazen. Son 1 haftadır tüm vaktimi ders çalışmakla geçirmezsem vicdanen rahat olamadığım için gazete okumaya vakit ayıramamaktan, medyayla veya magazinle bağımı koparmaktan ileri geliyor olsa gerek, ders dışında ne varsa acayip ilgimi çekiyor şu sıralar. Bunun içindir ki Archives of Sexual Behaviour tarafından yapılan bir araştırma ilginç geldi ve gülümsetti beni; yıldırım aşkı denen şey gerçekten varmış ve alt süre sınırı da 8.2 saniyeymiş!

16 Ocak 2010 Cumartesi

İş Kaynaklı Hastalıklar

Geçenlerde okuduğum bir yazıda geleceğin dünyasında insanların daha az hasta olacağını çünkü çalışma şartlarının değişeceğini(olumlu yönde) söylüyordu.  Şöyle bir etrafıma baktğımda haklı olabileceklerini düşündüm.  Alerjiler, migren, ürtiker, reflü gibi hastalıklar kendimde dahil, çevremde en sık rastladıklarım.  Konuştuğumuzda doktorların sebep olarak sadece stresi gösterdikleri ortaya çıkan ilginç bir sonuç. Tabii bu herkes için geçerli olmayabilir ama çevresel faktörler özellikle psikoljik yapımızdaki bozulmalar vücudumuzda farklı tepkilere neden olabiliyor.  Bu sebeple de iyi yönde değişecek olan bir iş yaşamı bu tip hastalıkların da görülmesini azaltabileceğini düşünebiliriz.

Çok uzak zamanları beklemeden, ütopyalara kapılmadan bugünden neler yapabiliriz?  Aşağıda ilk aklıma gelenleri sıralayacağım;

15 Ocak 2010 Cuma

UYKU

Şu bilgisayarın başından kalk artık da yat uyu, uykusuzluk ilerde başına neler açacak, bak sinirlerin yıpranıyor, hadi yat uyu yat uyu yat... Off, tamam yatıyorum! (diyerek lapotopu da masadan yatağa transfer etme hali)

Her gün olmasa da, gün aşırı duyduğum repliklere karşılık yeterince uyumamış olmanın pişmanlığını her sabah ben çekiyorum zaten. Her uyandığımda da, eve döner dönmez uyuyacağım kesin diyerek açılmayan gözlerle atıyorum kendimi lavabonun önüne. Yıkıyorum yüzümü gözümü, artık çıkarırcasına suları çarpıyorum da çarpıyorum; gözler açılsa da uyku tuşu açılmamış tabii. Sonra gün akışı içinde bir yerlerde, birden uyku kaçmış, güne başlanmış olunuyor; er ya da geç.

Ama bugün, öğlen saatine gelmişiz ve uyanalı 4 saat olmuş; yine de uyumak istiyorum. Üstelik 8 saate de yakın uyumuştum. Gerçi hava da soğuk, kim istemez yorganı kafaya çekip, başı yastığa gömmeyi?