15 Kasım 2009 Pazar

Finlandiya - İsveç

Bu blogdaki yazın hayatıma "yurtdışı deneyimi" kategorisinden hızlı bir giriş yapayım:)




Helsinki – 2 Ağustos 2006, Çarşamba
Helsinki’ye vardığımızda saat 18’e geliyordu. CSA'nın rötarı ve saatlerin Çek Cumhuriyeti’nden sonra 1 saat ileri alınması ve Türkiye’yle aynı saat dilimine dönmemizle biraz kafamız karışmıştı. Helsinki’deki mekanımız Hostel Erottajanpuisto. Girdiğimizde Finlandiya’daki genel uygulama olan ayrı kız ve erkek dorm odalarına bakıyoruz. Gayet güzel görünüyor. Herkes merak ediyor tabii ki, nerden geliyor bu esmer insanlar diye. Üzerimde Mexico 86 t-shirt’ünü gören Seattle’lı çocuk soruyor Meksikalı mısın diye. Adını şimdi hatırlayamadığım bu çocuk ve Alman irisi Stefan’la tanışıyoruz. Stefan 1 haftalığına gelmiş, bütün haftayı Helsinki’de geçirecek. Helsinki’ye 1 gün ayırabilen biz biraz duraklıyoruz, o kadar süre görülecek yer var mı Helsinki’de? Hemen şehre akıyoruz akşam olmadan mantığıyla. Buralarda akşam da olmuyor gerçekte, biraz kararıyor hava gece 11’e doğru. Gezerken bakıyoruz 2 saatte Helsinki’yi avucumuzun içi gibi biliyoruz.

Şehrin en süslü parklarından birinde bir sahne kurulmuş. Yakından bakınca bunun cam bir yapı olduğunu ve sürekli orda olan bir sahne olduğunu anlıyoruz. Rock müzik sever genç-yaşlı Finler karşısındaki banklara oturmuş, kalanlar ayakta ufak bir kalabalık gençleri dinliyor. Grubumuzun adı Underdogs. Parklarda, yollarda, herkes mi bisiklet biner? Sadece depozito 2€ atarak kiralanan bisikletlere göz atıyoruz ama selelerinin olmadığını görüyoruz, hevesim kırılıyor ama bozuntuya vermiyorum. Yiyecek birşeyler ararken ertesi günün planını konuşuyoruz. Stockmann’dan birşeyler alıp onları tükettikten sonra biraz şehir turu daha ve hostelimizin yolunu tutuyoruz.

2. günümüzde hostelden çantalarımızı kaptığımız gibi soluğu Viking Line iskelesinde alıyoruz. Akşam için biletlerimizi alıp çantalarımızı oradaki dolaplara kitlediğimizde saat henüz 10. Saat 8’e alarm kurup 6:30’da camdan giren öğlen güneşi yüzünden ‘Allah, öğlen oldu, alarm çalmadı’ telaşıyla kalkan biz bu durumdan çok memnunuz. Görülmesi gerek bir yer Suomenlinna adası Helsinki’de. Ruslara karşı yapılmış surlar ve bu surların içinde ve etrafındaki doğa görülmeye değer. Adaya 20 dakikada bir kalkan vapurlarla ulaşılıyor. Vapurların kalktığı yerde kurulan pazar yerinde hediyelik eşyaların yanı sıra başta somon olmak üzere deniz ürünlerinden yapılmış yemekler de bulmak mümkün. Burada somonlu menülerden götürüyoruz. Vapura bindiğimizde çekik gözlü bir kız fotoğrafımızı çekebileceğini söylüyor. Teşekkür edip pozumuzu veriyoruz. Ardından da tabiki biz onu çekiyoruz kullan-at makinasıyla. Verdiği poz da çok ilginç, tıkınırken çekilmek istiyor, elinde kahvesi sandviçini ısırırken. Suomenlinna’da surların arasında bir gezintiye çıkıyoruz. Yerli halk buradaki parklarda piknik yapıyor, dans ediyor, onları izliyoruz biraz. Adadaki ufak kafelerde de atıştırmalık birşeyler bulmak mümkün. Aniden yağmurun bastırmasıyla bu kafelerden birine girmek zorunda kalıyoruz, çok da memnun kalıyoruz. Dışarda yağmur yağarken içerde sakin kuzeyli insanlarla sessiz sessiz kahve içmenin tadı bir başka. Gezimizin sonunda göreceğimiz eski dost Matleena bize kahvenin özellikle güneşsiz kış günlerinde uyanmak için bir ihtiyaç olduğundan ve Finlandiya’da kahvenin yerinin ayrı olduğundan bahsedecek. Adadan döndüğümüzde vaktin epey ilerlemiş olduğunu farkediyoruz. Stockmann’dan gemide yiyip içecek birşeyler toparladıktan sonra gemimizin yolunu tutuyoruz. 16’da gemideyiz, 17:40’ta kalkacak. Iyi ki erken gidiyoruz, cunku passenger ticket diye aldığımız ucuz biletlere ayırılan yer koca gemide 20 kişilik otobüs düzeninde bir oda. Sorduğumuz görevli alternatif olarak konferans salonlarında yerde yatabileceğimizi söyleyince koltuklarımıza iyice yapışıyoruz. Aslında uyku tulumumuz olsa en rahatı yerde yatmak. En güzel yatan koltukları seçtikten sonraeşyalarımızı bırakıp gemiyi keşfe çıkıyoruz. Gemide tax-free shop, istemediğiniz kadar kumar makinası, restorantlar, hatta bir de disko var. Genelde yaşlılar ve çoluk-çocuk diyebileceğimiz İskandinav gençliği. Bu gençlerin derdi ucuz yollu içmek, hatta söylenene göre sadece içmek için biniyor çoğu. Dertleri Stockholm (yada karşıdan gelenler için Helsinki) görmek değil. İlerleyen saatlerde biraz fazla kaçırınca bizim de onlardan pek farkımız kalmıyor. Diskoya bir göz atıyoruz, dalgamızı geçiyoruz çocuklarla. Odaya döndüğümüzde önümüzdeki koltuklara konuşlanan İtalyan arkadaşlarla kesişiyoruz. Çok cool (artiz) olduklarından fazla yüz göz olmuyoruz. Baştan aşağı marka giyip turuncu Samsonite valizleriyle neden kamarada kalmadıklarını anlayamıyoruz. Gemimiz adaların arasından ilerliyor. Çok geç saate kadar tamamen karanlık olmadığı için izlemek çok keyifli. Odamızın penceresi olmadığı için dışarıda izleyip geri dönüyoruz. Sonunda uyku bastırıyor. Sabah olduğunda self-servisten kahvaltımızı edip iniş saatini beklerken yine manzaranın tadını çıkarıyoruz.

Stockholm - 4 Ağustos 2006, Cuma

Stockholm’e indiğimizde iskeleden bizi şehir merkesine götürecek olan servis otobüsüne biniyoruz. Sonradan farkediyoruz ki aslında biraz boşuna para vermişiz bu otobüse, çok da bir mesafe gitmiyor ilk metro istasyonuna kadar yürümek daha anlamlı zaten otobüsün bıraktığı yerden yine metroyla hostele ulaşacak bizler için. Otobüs central station gibi bir yerde bizi bırakıyor. Burası şehirler arası trenlerin kalktığı büyük bir istasyon. Burada Viking Line’ın da ofisi var ve ertesi akşamki Turku feribot biletimizi hemen alıyoruz. İstasyondaki fotoğraf makinasına ikimiz çantalarımızla doluşup hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Birkaç kez çekip arasından seçmemizi istemesine çok seviniyoruz. Burda İsveç kronuyla tanışıyoruz. Bir miktar euromuzu krona çevirdikten sonra metroya inip hostele gidiyoruz. Hostelimiz BackpackersInn şehrin göbeğinde değilse de biraz yürüyerek heryere ulaşılabilir bir yerde, şehrin kuzeyde kalan kısmı Östermalm’de. Hostele giriş 16’da olduğu için çantalarımızı bırakıp şehre iniyoruz. Hostelin yanındaki bir pizzacıda açlığımızı giderelim diyoruz Adı Plattini. Girdiğimizde İngilizce menülerini istiyoruz fakat onu incelerken kasadaki adamın ‘şşt len’ şeklinde mutfaktan birine seslendiğini duyarak dumura uğruyoruz. Siparişleri türkçe verelim değdimizde ise o dumura uğruyor. Bizden eksik hesap aldığı gibi ikramda da bulunuyor. Tıka basa doyduğumuz bu durağımızın ardından Stockholm gezimize hazırız. Gamla Stan tabii ki ilk rotamız. Oradan bir tekne turuyla Archipelago denilen doğa örtüsünü gezmeye çıkıyoruz. Geziye bilet almak için yanaştığımız büfedeki kız bize hangi dilde takip edeceğimizi soruyor. İngilizce dediğimizde ise İtalyanca ve İspanyolca da anlatım olduğunu söylüyor. Biz Türkçe olmadığını tahmin ettiğimizi söylediğimizde ise şaşırıyor, bizi İspanyol sanan bir kuzeyli daha. Bizi şöyle bir kestikten sonra biletimizi veriyor. Teknenin kalkmasına 20dakika kala, hemen köşeyi dönünce karşımıza çıkacak olan dondurmacının yolunu tutuyoruz. Dondurmacının hemen köşeyi dönünce olmadığını anlayınca telaşlanıyorum ama tekneye yetişiyoruz. Bu geziden çok da memnun kalmıyoruz çünkü biraz dış çevresini gezdiriyor Stockholm’ün. Doğa örtüsü, şu ot, bu böcek, 2 günlüğüne Stockholm’e gelen bizim için pek aradığımız şeyler değil. Bazen kulaklıkta anlatılanları boşverip dondurmalarımızı yalarken etrafa boş bakındığımız da oluyor. Buradan Lonely Planet’te gördüğümüz Cosmonova adlı sinemaya gidiyoruz. 3 boyutlu diyebileceğimiz ama gözlüksüz izlenen, perdenin düz değil küresel olduğu bir sinema bu, Stockholm Üniversitesi’nin yanındaki doğa müzesinin içinde. Nil Nehri’ni kaynağından Akdeniz’e kadar rafting yaparak geçen bir grup çılgın insanın hikayesi anlatılıyor. Çok keyif alıyoruz, herkese de tavsiye ediyoruz. Saat 16 olduğuna göre artık hostele gidebiliriz. Hostelde çok temiz, karışık bir dormda kalıyoruz. Yaşça küçük oda arkadaşlarımız Türk olduğumuzu öğrenince oldukça şaşırıyor ve ilgileniyorlar ama biz çok yorgunuz ve onların nereden olduğunu soracak halimiz bile yok. Daha sonra diyip biraz dinlenmeye geçiyoruz. 1 saat sonra anaokulundan bozma bu şirin hostelin bahçesindeki ayrı bir binada duşumuzu alıp şehre doğru açılıyoruz. Bu arada duşlarda perde filan yok tabii, benim gibi herkesin ilk gördüğünde şaşırması içimi rahatlatıyor. Herkes yüzünü duvara verip aceleyle duşunu alıyor. Bugün Cuma ve dediklerine göre Stockholm cumaları bir başka. Gerçekten öyle mi diyerek Södermalm bölgesine gidiyoruz. Gerçekten de öyle. Parkta konser veren gençler, her tarafta müzik ve danseden, eğlenen insanlar. Yaşlı bir İsveçli çift fotoğrafımızı çekebileceklerini söylüyorlar. İsveçliler çok iyi İngilizce konuşuyor, genci yaşlısı. Kimsenin yanına yaklaşıp ‘do you speak English?’ demenize bile gerek yok, doğrudan sorun soracağınızı. Yaşlı amca fotoğrafı çektikten sonra ‘Is it good enough for you?’ gibi kendinden beklenmiycek bir cümleyi de kurduktan sonra (hem İngilizce hem de nezaket sınırlarını zorlamak bakımından) bundan emin oluyoruz. Teşekkür edip bir süpermarkete dalıyoruz. Cips, su gibi ihtiyaçları aldıktan sonra eğlencenin merkezinden 2-3 blok uzaklıkta Cozy adında, adı gibi cozy bir yer keşfediyoruz. Muhtemelen Stockholm’ün en güzel yemeklerinin ve en uygun fiyatlarının buluştuğu yer burası. Ayrıca nadir bulunan self-servis mekanlardan biri olduğu için ülkede usül nedir, bahşiş vermezsek dayak yermiyiz gibi gereksiz ayrıntılarla da uğraşmıyoruz. Yine eğlencenin içinden akıp hostelimize dönüyoruz.

Stockholm’deki 2 günümüzde daha fazla tarih yerine daha eğlenceli bir plan yapıyoruz. Stockholm’lülerin denize girmek güneşlenmek için gittikleri adaya gideceğiz. Biletimizi alıp tekneye bindikten 20dakika sonra oradayız. Ev yapımı dondurma yapan bir dondurmacı karşılıyor bizi adada, yine affetmiyoruz. Nerede bu plaj diye aranırken anlıyoruz ki plaj filan yok. İsveçliler kayaların üzerine havlusunu serip güneşliyor, bazı alçak kayalardan ayağını sokan yaşlılara ve çocuklara da rastlıyoruz. İsveç’e gelip denize girme fantazisi yapan biz biraz garip kaçacağını anlayıp girmiyoruz denize. Onlar gibi kayalık güneşlenmesi yapıyoruz. Bu da çok çabuk bayıyor tabii ve şehre dönen teknelerden birine atlıyoruz. Östermalm’de fazla gezinememiştik diye düşünerek o tarafa yürüyoruz iskeleden. Bu taraf marka mağazaların bulunduğu kısım görüntüsünde. Sandy’s adlı sandviççide birşeyler atıştırdıktan sonra etrafta gezinmeye başlıyoruz. Türkiye tanıtım ofisini görüyoruz. Kapalı olmasına anlam veremiyoruz, herkesin dışarda olduğu bu Cumartesi gününde. Bir caddede karşıdan karşıya geçmeye çalışırken kalabalığın caddenin iki yanında dizildiğini, caddede de motorlu polislerin beklediğini görüyoruz. Bir geçit töreninin olacağı anlaşılıyor ama ne? Yaklaşık 20dakika bekliyoruz neyi beklediğimizi bilmeden. 20dakika sonra bir yürüyüş başlıyor ki iyiki beklemişiz diyoruz: Stockholm Gay Pride. Bu kadar büyük bir olaydan haberdar olmamamız bir kenara, o sırada o caddede karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor olmamız da bizim şansımız sanırım. Kamyonlar, tırlar dolusu eşcinsel kardeşlerimiz müzikleri ve danslarıyla gerçekten çok güzel bir görüntü oluşturuyorlar. Biz izleyenler de onlara eşlik ediyoruz. İsveç bu konuda gerçekten hoşgörülü olmanın ötesinde görünüyor. Ayakta 1-1.5 saat kadar yürüyüşe eşlik edince yoruluyoruz ve en yakın parka kendimizi atıyoruz. Yarım saat de olsa çimlere yatmak çok iyi geliyor. Hostele dönüp çantalarımızı aldıktan sonra metroyla Slussen’e gidip Katerinahissen yani Katerina asansörüne biniyoruz. Bu asansör şehir çok güzel gören bir platforma çıkarıyor bizi. Asansördeki garip adam çıkışta da inişte de para alıyor bizden. Son kronlarımızdan kurtulmanın tesellisiyle birşey demiyoruz. Yürüyerek önceki gün geldiğimiz Viking Line iskelesine gidiyoruz. Check-in olup sıraya giriyoruz. Gemiye bindiğimizde bu seferki odamızın çok daha güzel olduğunu görüyoruz. Boydan boya pencereli, koltuklar daha konforlu. Gemi de daha lüks, sarsıntısız ve sessiz. Geminin önüne bakan restoranında self-servisten aldığımız İsveç köftelerini götürüyoruz, ben biraz daha fazla yiyorum. Bu yolculukta fazla gezinmiyoruz gemide, odamız da pencereli olunca, Yoggi’mizi içip uyuyoruz.

Turku – 6 Ağustos 2006, Pazar

Turku’ya sabahın körü denilebilecek bir saatte varıyoruz. Turku’da Turku Kalesi’nden başka çok görülecek birşey olmadığına inanıyoruz, zaten vaktimiz de pek yok. Aynı gün Tampere’ye geçip Matleena’yla buluşmak için sabırsızlanıyoruz. Turku Kalesi’ni dışından görüp (zaten o saatte açık değil ve günlerden Pazar) yürüyerek kanal boyunca şehir meydanına doğru ilerliyoruz. Şehir meydanında katedrali uzaktan görüp tren istasyonuna gidiyoruz. Saat 10gibi trendeyiz.

Tampere – 6 Ağustos 2006, Pazar

Saat 12 gibi Tampere’ye varıyoruz. Ertesi gün için Helsinki biletlerimizi aldıktan sonra yola koyuluyoruz. Tren istasyonundan yürüyerek Matleena’nın evini bulmak hem çok kolay, hem de şehri boydan boya geçmiş ve görmüş oluyoruz. Önceki günlerde ve aynı gün mesajlaşmamıza rağmen Matleena bizi kapıda görünce şaşırıyor ve çok seviniyor. Biraz sohbet ettikten ve dinlendikten sonra dışarı çıkıyoruz. Sokakta bir hemşirelik kuruluşunun dağıttığı balonları alıyoruz. Biraz yürüyerek bir parkın içinden çıktığımız şehrin eski bir kulesinden şehre bakıyoruz. Balonları bu kuleden salıyoruz. Şehre geri döndüğümüzde bir kebapçıda iskendere benzer bir şey yiyip Türk olup olmadıklarını soruyoruz, değillermiş. Hava çok sıcak, şehrin alışveriş merkezlerinden birini ziyaret edip biraz serinliyoruz. Sonra Hugo Simberg’in resimleriyle süslü değişik tarzda bir katedrale, Tampere Cathedral’a götürüyor Matleena bizi. Duvarlardaki kuru kafa ve çıplak oğlan resimleri vaktiyle skandal olarak değerlendirilmiş fakat şimdi çok ilgi görüyor. Buradan sonra bir kafeye gidip buzlu kahve içip yine konuşuyoruz. Kafedeki su ve limonlu suyun bedava olmasını çok seviyoruz, tekrar tekrar dolduruyoruz. Eve geri dönüp duşumuzu alıyoruz. Bu sırada yavaş yavaş akşam oluyor ve Matleena’nın hazırladığı güzel sofranın tadını çıkarıyoruz. Gece dışarı çıkmamaya karar verip evde sohbet ediyoruz. Ilerleyen saatlerde Matleena’nın ev arkadaşı Sara da bize katılıyor. Ve yatma vakti. Ertesi sabah kalkıp yine Matleena’nın hazırladığı güzel bir kahvaltı ediyoruz. Kahvaltıdan sonra çantalarımızı sırtımıza geçirip vedalaşıyoruz. Bir dahaki sefere Türkiye’de görüşmek üzere! İlk durağımız Stockmann, Matleena’nın Brezilya kahvesinden alacağız. Buradan sonra tren garına doğru yöneliyoruz. Saat 12de trene biniyoruz. Bu tren Intercity ve çok güzel. Saatte 160km hızla gidiyor, bunu her türlü bilgiyi veren ekranlardan takip edebiliyorsunuz.

Helsinki – 7 Ağustos 2006, Pazartesi

Helsinki’de tren garından yürüyerek Stockmann ve Aarikka mağazalarında aklımıza takılan şeyleri almaya gidiyoruz. Bunları aldıktan sonra tekrar tren garının yanındaki otobüs duraklarından havaalanı otobüsüne binip Vantaa havaalanına varıyoruz. Buradan tekrar Prag ve tekrar İstanbul.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız bizim için değerlidir. Gerçekten bizi olumlu anlamda eleştiren ve ileriye götürecek eleştiriler yapmanızı diliyoruz..